Bir vecize, kurmayların psikolojisini çok iyi açıklar: “Her general bir önceki savaşa hazırlanır.” Kurmaylık sanatı icat olduğundan beri kurmay askerlerin zamanının büyük kısmını daha önceki savaşları analiz etmek, kazanma ve kaybetme sebeplerini anlamak alır.
Böylelikle de kendilerini bir sonraki savaşa hazırlarlar, oysa hazırlandıkları savaş çoktan yapılmış ve kaybedilmiştir bile. Generallerin bu vahim hatasını en iyi Fransa’nın eski savunma bakanının ismiyle anılan Maginot Hattı’nın öyküsü anlatır. Geçilemez diye düşünülüp inşa edilen hat; Nazi orduları tarafından günlerle sayılabilecek bir sürede geçildi ve Fransa’nın işgal edilmesine engel olamadı. Generallerin bir önceki savaş için yaptıkları hazırlık boşa gitmişti.
Bizim siyasi kurmaylarımız da bu hastalıktan mustaripler. Hele, siyasal mühendislik yapmaya giriştiklerinde askeri doktrinlerin gerçek hayatta karşılığı olmadığını, toplumun “sevk ve idare” edilemeyecek dinamikleri haiz olduğunu unutuyorlar. O yüzden de yaptıkları her toplumsal mühendislik çabası, bir önceki dönemin sorunları çözebiliyor belki; ama daha fazla soruna da yol açıyor.
Halen ülkemizin ana kurucu metnini oluşturan Anayasa’mız da generallerin ve kurmayların hayal güçlerinin bir eseri. Her ne kadar 1982’den bu yana yapılan 18 değişiklikle Anayasa’nın maddelerinin yarısı değişse de, ruhu aynı kaldı.
Anayasa’nın mimarı olan generallerin tedavi etmek istedikleri hastalık 1970’lerin siyasal ve iktisadi istikrarsızlıkla dolu yılları ve bir önceki Anayasa’nın halka vermiş olduğu aşırı özgürlük ortamıydı. Önce özgürlükler kısıtlandı, toplumla siyasetin arasına mesafe konuldu ve siyasallaşma hastalığının önlendiği düşünüldü. Aynı metin, siyasal istikrarsızlığın ana sebebinin ülkeyi koalisyon hükümetlere mahkum eden seçim sistemine de müdahale ederek temsiliyet pahasına istikrarı tercih etti. Ama en önemlisi, erkler arasındaki dengeyi yürütme lehine bozarak, “ne olursa olsun siyasal istikrar” şiarını benimsedi.
Halka sunulan ‘zorunlu yönetim’: Geçici hükümet
Bu tedbirlerin ne kadar beyhude olduğunu yaşadığımız yıllar gösterdi. İstediği kadar koalisyon hükümetlerini engellemeye çalışsın, ülke uzun yıllar boyunca koalisyonlar tarafından yönetildi. Halkın siyasete katılmasının önündeki engeller, derdi olan siyasi hareketlerin örgütlenip mücadele etmesini durduramadı. Partilerin mecliste temsil edilmesini zor koşan seçim barajı 2 partili meclisler de, 5 partili meclisler de oluşmasına engel olamadı. Sonuç olarak, generaller neyi amaçladılarsa, 1982 Anayasası tam tersinin gerçekleşmesini sağladı.
Ülkemizi başka bir hükümet kurulana kadar yönetecek “geçici hükümet” de generallerin halkımıza dayattıkları acı ilaçlardan biri. Geçmişte hükümet kurulamadan kaybedilen aylar ve hatta yıllara şahit olan Anayasa yazarları, gelecekte böyle bir şey yaşanmaması için bizim geçen yaz deneyimlediğimiz 45 günlük süre sonucunda, Cumhurbaşkanı’nın kararıyla seçim yenilenmesi mekanizmasını Anayasa’ya yerleştirdiler. Bu saatli bomba da bizim kucağımızda patlamış oldu.
Seçimin yenilenme mekanizmasının ne kadar muğlaklıklarla dolu olduğunu hepimiz gördük. Öncelikle 45 gün, 45 günden daha uzun olabiliyor; biz 70 gün harcadık. İkinci olarak metinde “Cumhurbaşkanı …. karar verebilir” olarak geçen yetki, istenirse kullanılmayacak bir yetki mi belirsiz. En önemlisi kurulan kabinenin bakanlarının siyasi parti gruplarından olacağı belirtilmiş ama siyasal partilerin onayı aranmamış. Sonuçta siyasal istikrarsızlığa karşı bir emniyet supabı olarak tanımlanan mekanizma; siyasetçilerin keyfe keder kullanacakları bir Demokles kılıcına dönüşmüş.
Generallerin kurumsal mühendisliğinin istikrarı hedeflerken, tam tersi bir sonuç doğurduğu kesin. Kendilerine tanınan 45 günlük bir süre içerisinde minimum bir uzlaşma noktası bulup bir hükümet kurmayı başaramayan aktörlerin, Anayasa emriyle uyum içerisinde çalışacakları bir kabine kurmalarını beklemek hayalciliğin de ötesinde olur. İyi ve adil pazarlıklar karşılıklı güveni pekiştirirler, ancak başarısız pazarlıklar da karşılıklı düşmanlık duygusunu besler. Ülkemizin siyasi aktörleri de bu konuda işbirliğinden çok kavgaya eğilimli olduklarını açıkça gösterdiler. Aktörlerden biri (MHP) hiçbir çözümü desteklemeyeceğini açıkça oyunun başında belirtmişti bile. Başka bir aktör, kadim iktidar partisiyle uzun süre “istikşafi” görüşmeler yaptığını düşünürken; niyetlerin çok farklı olduğunu sürenin dolmasına 10 gün kaldığında öğrendi. İktidar partisi de kendi şartlarını kabul edecek bir partner bulamadığından, süreç sona erdi.
Sıra “seçim hükümeti” kurulmasına geldiğinde, CHP ve MHP asla ve kat’a hükümete bakan vermeyeceklerini baştan belirttiler. HDP ise kurulacak hükümette yer almayı, Demirtaş’ın deyimiyle “seçmenlerin verdiği bir görev” olarak kabul etti. MHP’nin ret, HDP’nin kabul kararını bozan iki fireyle beraber yeni hükümetimiz kuruldu. Anayasa gereği güvenoyu alması gerekmeyen bu hükümet ülkemizi yeni bir hükümet kurulana kadar yönetmekle mükellef. Bu süre en az 60 günden başlıyor ve daha da uzayabilir.
Ülkenin sorunlarını kim çözecek!
Anayasamız gereği Adalet, İçişleri ve Ulaştırma bakanlıkları bağımsız olmak zorunda. Siyasi parti gruplarından gelen üç bakansa Medeniyetler İttifakı, Kıbrıs, Kalkınma ve Avrupa Birliği gibi tali konularla ilgileniyorlar. Geriye kalan bakanlar ise ya AK Parti grubundan ya da AK Parti’ye yakın bürokratlar ve eski siyasetçilerden oluşuyor. Bu açıdan bakıldığında yeni hükümetimizin çeşnilendirilmiş AK Parti hükümeti olduğunu söyleyebiliriz.
Pekiyi bu hükümet ne yapabilir? Neler yapmayacağından başlayalım. Ülkenin içinde bulunduğu ağır siyasal kriz havasını hafifletemez. Sokaklara süre giden siyasal şiddete son veremez. Seçimlerin daha adil ve şeffaf bir biçimde yapılmasını sağlayacak hukuki düzenlemeleri yapamaz. Daha özgürlükçü, katılımcı ya da eşitlikçi bir anayasal düzeni kuramaz. Toplumun büyük kısmının rahatsızlık duyduğu yolsuzluk ve kayırmacılık gibi konuların üzerine gidemez. Avrupa Birliği’yle donmuş ilişkileri çözemez; Suriye’deki katliamlara ya da Akdeniz’de yaşanan dramlara son veremez. İstemediğinden değil, fıtratına aykırı olduğundan.
Çünkü adı üzerinde “geçici hükümet”. İşlevi kavga gürültüye meydan vermeden gündelik işleri yürütmek, çok gerekli yasa teklifleri hazırlamak, 2016 bütçesi hazırlığını yapmakla sınırlı. Atamalar zaten durdurulduğundan, bürokrasiye müdahil olma şansı bile yok. Bir de bütün bunları yaparken seçim sürecinde siyasal maliyeti olacak adımlar atmaması da tercih edilir tabii ki. Çünkü yapacakları her hatayı kafalarına kakmaya hazır muhalifler dışarıda hazır ve nazır beklemekte.
Başka bir kader mümkün olabilir miydi? Eğer siyasetin savaşla eş anlamlı yorumlanmadığı bir ülkede yaşasaydık olurdu. Siyasi partiler koalisyon kuramasalar bile üzerinde uzlaşabilecekleri asgari müşterekler bulabilselerdi; geçici hükümet bu konularda adım atardı, toplumun desteğini de alırdı üstelik. Eğer bütün partiler hak ettikleri bakanlıkları alsalardı, çoktandır unuttuğumuz denge ve denetleme kavramlarını yeniden duyma şansımız olurdu.
Olmadı. Bir kez daha Türkiye’de siyasetçiler genel olarak siyasal sistemin iyiliğini değil, kendi çıkarlarını öncelikli gördüklerini gösterdiler. Taviz verebilmek, esneklik gösterebilmek ya da fikirlerini değiştirebilmek gibi erdemlerden ziyade savaşçı, maço ve korkuya dayanan bir dili tercih ettiler.
*İstanbul Bilgi Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler