Çocuklarımızın okuduğu bazı kitapların aslında büyükler için yazılmış olması çok ilginç. “Guliver’in Maceraları” da o kitaplardan biri.
Bugün hemen her ilkokul kütüphanesinde bulunan kitap, yazıldığı dönemde monarşiye yönelik bir hiciv metni olarak yorumlanmış. Meraklısı hemen her sayfasında bir siyasi gönderme, bir eleştiri bulabilir. Kitabın en eğlenceli bölümlerinden biri de Lilliput’ta siyasette yükselmenin yolunun ip üzerindeki cambazlıktan geçmesi. Jonathan Swift’in dönemin İngiltere’sinde siyasetle iştigal edenlerin niteliksizliklerini hicvettiği sahne, siyasetin bir cambazlıktan ibaret olduğunu anlatıyor bize.
Gerçekten de sadece krallıklara değil, demokrasilere de yöneltilen en önemli eleştirilerden biri yönetimi işin ehline değil, siyaset denen cambazlığı başarabilenlere bırakması. Dolayısıyla ister kral atasın, ister halk seçsin; ülkeyi yönetenler, en iyi yönetebilecekler değil; en nitelikli cambazlar oluyor bu bakış açısından.
Oysa bu eleştiriyi getirenlerin unuttukları en önemli konu, cambazlığın da aslında her iş gibi kendisine ait kurallara sahip bir iş olduğu. Dışarıdan cambazlık, hokkabazlık ya da düzenbazlık gibi gözüken siyaset de; bildiğimiz/yaptığımız diğer işler gibi bir iş; sadece kuralları biraz daha esnek, biraz daha yorumlamaya açık.
Siyaset bir iş ise işin amacı da tabii ki kâr etmek değil, bir şekilde iktidara gelmek. Tercihen seçimler yoluyla, olmazsa da başka yöntemlerle iktidara ulaşmak siyaset meslek erbabının ana iş hedefi, bu işin de varoluş sebebi. Seçimler, kampanyalar, meclisteki ayak oyunları ve diğer icraatların tek motivasyonu herkesi daha iyi bir dünyada yaşatmak değil elbet; iktidara erişmek ve o iktidarda kalabilmek göz ardı edilemeyecek kadar güçlü bir etken.
Eğer kendiniz meslekten siyasetçi değilseniz; siyasi konuları tartışmakla, televizyondaki tartışma programlarını izlemekle ve oy vermekle sınırlıysa siyasi faaliyetiniz; bu işin mutfağında neler olup bittiğini bilmeniz pek mümkün değil. Muhtemelen de biz sıradan insanlar siyaset buzdağının üçte birlik kısmını bile görmüyoruz, üzerinde de düşünmüyoruz. Oysa siyasetin mutfağı bizim görebildiğimizden daha karmaşık ve belki de daha kirli.
Ak parti günlüklerinde toplum analizi
Siyasetin mutfağını görmekten aciz biz sıradan insanlar için eşi benzeri bulunmaz, paha biçilemez bir fırsat çıktı. Bir olasılıkla kurgusal da olsa, AK Parti’nin seçim değerlendirme toplantılarının tutanakları medyaya sızdı, bizim de erişimimize açıldı. Tutanaklar gerçekse siyaset meraklılarına ibadullah malzeme sunmakta, özellikle de seçmenler ve siyasi partilerle ilgilenenlere.
Tutanaklara göre toplantıya katılanlar fikir ayrılıklarına düşseler de, tek bir konuda hemfikirler. Toplantı katılımcıları için siyaset bir iş. Amaçları da dünyaya refah getirmek, güzelleştirmek vesaire değil; iktidara gelebilmek. Nasıl bir şirketin amacı pazar payını yükseltmek ve kârlılığını artırmaksa; parti kurmaylarının birinci amacı da 7 Haziran’daki oy oranını artırmak. Seçim kampanyası da oy oranını artırmak için gerekli mesajların verileceği bir mecra olarak görülüyor. Zaten toplantıların amacı da yeni seçim kampanyasını biçimlendirmek. Bu süreçte sadece seçim kampanyasının değil, parti liderlerinin açıklamalarından, hükümetin icraatlarına kadar hemen her konunun oy getirisi terazisine koyuluyor. Kurmaylar için kampanya mesajlarının, partinin kurultayının, liderlerin ve parti önde gelenlerinin konuşmalarının yanı sıra koalisyon görüşmelerinin ya da hükümet icraatlarının doğruluğu/yanlışlığı değil, oy getirip getirmediği konuşuluyor. Tabii ki toplumun deneyimlediği ve önem verdiği Gezi protestoları, 17–25 Aralık ya da çözüm süreci gibi konular da, oy getirisi açısından değerlendiriliyor.
Yine tutanaklar doğruysa, AK Parti kurmaylarının toplumu bir bütün olarak değil, farklı segmentlerin bir bileşkesi olarak gördüğü anlaşılıyor. Aslında siyaseti hedef kitlesi bütün seçmenler olan bir pazarlama çabası olarak gören bir yaklaşım açısından şaşırtıcı değil. Tartışmalarda kullanılan segment isimlendirmeleri de kurmayların kendileri ve hedef kitlelerini nasıl tanımladıklarını iyi anlatıyor: Kadınlar, erkekler, gençler, Kürtler, yeni seçmenler, geçmişte AK Parti’ye oy vermiş olanlar, yüksek/düşük eğitimliler, muhafazakârlar, orta sınıflar ve diğerleri… Tabii günümüzde pazarlama ilminde çok daha karmaşık kategoriler kullanılıyor ama bu tür bir segmentasyonun başlangıç için iyi bir adım olduğunu söyleyebiliriz.
Tutanakların bize gösterdiği bir başka noktaysa, “dil” konusuna verilen önem. Partinin nasıl bir dil kullandığı katılımcılar tarafından defalarca tartışılıyor. AB reformları, Alevi açılımı, uzlaşma ya da kamplaşma yönündeki tercih ya da “Güneydoğu’da kullanılacak dil”; bütün bunlar bir siyasetin parçası olarak değil, bir retorik tercih olarak gündeme geliyor. Kurmayların tıpkı konulara olduğu gibi, kullanılacak dile de eşit mesafede oldukları ve sadece oy getirisiyle değerlendirdikleri görülmekte. Bu açıdan siyasi tercihlerin sadece iletişimsel bir eyleme dönüştüklerini belirtmek yanlış olmaz.
Seçmen pazarında pay kapma yarışı!
Muhtemelen arkası gelecek günlüklerde siyaset işi açısından takdire şayan birçok unsur da var. Kamuoyu araştırmalarına verilen önem, stratejiyi “hap” haline getirip tabana yayma gereksinimi ya da seçmenin duygularının analiz edilmesi; gerçekten de değme pazarlama kampanyalarında hakkıyla tartışılan meseleler değilken; AK Parti kurmaylarınca değerlendirilen konular arasında. Burada Sezar’ın hakkını esirgememek lazım.
Tutanaklar –eğer doğruysa- AK Parti’nin mutfağında nelerin tartışıldığına dair iyi kötü bir fikir veriyor. Yarın öbür gün CHP, MHP ya da HDP’nin mutfağına da bir dikiz atma fırsatımız olursa benzer tartışmaların duyulacağından neredeyse eminim. Çünkü siyaset bir iş, siyasi partiler de bu işi “hakkıyla” yapmaya çalışan girişimciler.
Ne oldu da siyaset halkın yararına, hak ya da idealler uğruna yapılan bir işten; muhayyel bir seçmen pazarından pay kapma yarışına dönüştü? Konuların, politikaların ya da vaatlerin sıradan insanı yaşamı üzerindeki etkisi yerine; oy terazisinde tartıldığı bir siyaset anlayışının egemen olmasının sebepleri sonsuz, burada sıralamakla bitmez. Ama vatandaşı siyasetten dışlayan, insanları siyasete yabancılaştıran ve büyükçe bir iletişim kampanyası haline dönüştüren gelmiş geçmiş bütün siyasetçilerin ve “fikir önderlerinin” vebali var bu işte.
Yine de geldiğimiz noktanın Güli-ver’in cambazhanesinden daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Sıradan vatandaşların sınırlı bilgileri, duygularının çarpıttığı algıları ve sürekli yanlarında taşıdıkları kimlikleriyle müşteri olarak yapacakları tercihlerin; biat ve itaat kültürü içerisinde sorgulamadan verdikleri kararlardan daha iyi olduğu kesin. Dünyada eksik ya da yetersiz de olsa, piyasanın verdiği terbiyeden daha iyi bir terbiye bulmak çok zor çünkü: kötü mal satarsanız, bir daha satamazsınız. Darısı siyasetçilerimizin başına…
*Doç. Dr., İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü