Gabriel Marquez’in esas adı “Önceden Bildirilmiş Bir Cinayetin Güncesi” olmakla beraber nedense “Kırmızı Pazartesi” başlığıyla çevrilmiş şaheseri, akıllardan hiç çıkmayacak bir cümleyle başlar:
“Öldürüleceği günün sabahında Santiago Nassar… saat 5.30’da uyanmıştı”. Bu cümleyle beraber, romanın sürpriz ögesi ortadan kalkar, okuyucu Santiago’nun öldürüleceğini öğrenir. Zaten roman da herkesin işleneceğini bildiği bir cinayete nasıl şahit kaldığını anlatır. Olan olmuş, kimse engel olamamıştır.
İleride Türkiye siyasi tarihini yazacaklar da bir Marquez öyküsünün içinde bulabilirler kendilerini. AK Parti’nin tartışılmaz zaferi ve muhaliflerin tartışılmaz bir yenilgisiyle sonuçlanan 1 Kasım seçimlerini, muhtemelen çok önceden bildirilmiş bir zafer ya da yenilgi –meşrebinize göre seçiniz- olarak betimleyebilirler. Dün ne olduysa zaten muhtemelen bilinmekteydi, mebzul miktarda ipucu da ortalıktaydı.
Seçmeni neler etkiledi?
Önceden bildirilmiş deyince, boşuna anket sonuçlarına yönelmesin gözlerimiz. Daha önce de yazmıştık, söz konusu gelecek olduğunda sıradan vatandaşlar da uzmanlar kadar öngörmekte son derece başarısız olurlar. Çünkü anketlerin malum “bu pazar bir seçim olsa kime oy vereceksiniz?” sorusuna verdikleri yanıt; iyi niyet beyanı, anketöre iyi gözükmek isteği ve görüşünü saklama muhasebesinden geriye ne kalırsa, ondan fazlasını söylemez. Hele ki 6 ay süren bir kaos ortamında sorulmuşsa bu soru. Bu açıklamamız kimseyi aklamaz ama söz konusu anketler olduğunda Dr. House’un vecizesini hatırlamakta her zaman yarar var: “Herkes yalan söyler…”
Anketleri geçelim, geleceği kestirmek için sadece anket sonuçlarını yorumlayan siyasi analistleri de unutalım. Gerçekten de öngörülemez bir gelişme miydi AK Parti’nin her türlü beklentiyi fersah fersah aşan oy oranı, yoksa daha akıllı olsaydık anlayabilir miydik?
Bence anlardık. Ama önce neyi anlamamız gerektiğine odaklanıp bazı gerçeklerden dem vuralım. 5 ay önceki seçimlerle kıyasladığımızda AK Parti oylarını 9 puan artırırken, anamuhalefet partisi CHP’nin oyları hemen hemen aynı kaldı. Seçimin iki büyük mağlubu MHP ve HDP de geçen seçimde gördükleri teveccühü göremediler: MHP 2 milyon, HDP ise 1 milyon oyu kaybetti, sırasıyla 5 ve 3’er puana tekabül ediyor bu kayıplar. Seçim sonuçlarının erken ama güvenilir analizleri AK Parti’nin MHP’den 4,4, HDP’den 2,3 ve diğer partilerden 3,4 puan aldığını gösteriyor. Böylelikle AK Parti, seçim zaferini bu partilerin başarısızlığına borçlu. MHP en fazla kayıpları İç ve İç Batı Anadolu illerinde yaşarken; HDP’nin ise Şanlıurfa ve Diyarbakır başta olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde hem de batıdaki metropollerde oy kaybettiğini öğrendik. Aşırı genelleme yapma riskini göze alırsak AK Parti’nin hem Türk milliyetçilerini hem de Kürt kökenli vatandaşlarının oyunu kazanmayı başardığını söyleyebiliriz. Buna hemen hemen her büyükşehirdeki artışları da eklememiz gerekebilir. Bir de SP ve BBP’den gelen oylar da düşünülürse, gözlemlenen seçmen hareketliliğinin büyüklüğü ve çok boyutluluğu göz kamaştırıcı hale gelir.
Hazirandan kasıma, 5 ay içerisinde bu hacimde bir seçmen hareketliliği nasıl mümkün olur? Hele yaklaşık 2007’den beri yerinde sabitlenmiş, uçarılığı azalmış bir seçmen kitlesi söz konusuysa… Bu sorunun yanıtı, bu yaz yaşadıklarımızda yatıyor.
AKP’nin beklenmeyen başarısı
Geçtiğimiz yazın en kayda değer gelişmesi tabii ki ülkenin çok uzun süredir ilk defa hükümetsiz kalmasıydı. Haziran seçimlerini takip eden, sadece AK Parti ve CHP’nin katıldığı, MHP’nin reddettiği ve HDP’nin dışlandığı koalisyon pazarlıkları başarısızlıkla sonuçlanınca; yeni bir seçim kaçınılmaz hale geldi. Ancak temmuz deneyimi bir sonraki seçim sonrasında da koalisyon pazarlıkları hakkında iyimser bir beklenti yaratmıyordu, hele ki AK Parti’nin yine pivot rolünü üstleneceği anlaşılınca. Seçmenlerin bir kısmının “en kötü hükümet, hükümetsizlikten yeğdir” demiş olma olasılığı yüksek…
Ülke hükümetsizken şahit olduğumuz en önemli bir diğer gelişme de ülkenin güneydoğusunda yaşanan silahlı çatışma ortamıydı. “Silahlara Veda” seçimle sona ermiş, yerini her gün gelen ölüm haberlerine bırakmıştı. “1990’lar” metaforuyla tarif edilen bu ortamda, seçmenlerin terörle mücadeleyi yürütme işini daha kuvvetli ve bu konudaki eğilimini son birkaç ayda ispatlamış bir hükümete devretmek istemeleri şaşırtıcı olmazdı. Muhtemelen MHP seçmenlerinin görüş değiştirmelerindeki en önemli motivasyonlardan biri de bu.
Silahlı çatışma ortamı her zaman kötüdür ancak şiddet burnunuzun dibine gelirse, sizin ya da sevdiklerinizin başına her an gelebilecek bir belaya dönüşürse, reaksiyonunuz çok daha farklı olur. Temmuz ayındaki Suruç, ekim ayındaki Ankara bombalamaları sadece bölgede yaşayanları değil, hepimiz namlunun ucunda hedef haline getirince; korkmamız kaçınılmaz olur. Korkan insan riskleri daha büyük görürken, değişime ve belirsizliğe karşı kapalı hale gelir. Sonuçta da elindekileri korumayı önceler. İnsanları korkutmak onları büyük değişimlere hazır hale getirmez; bilakis dirençlerini artırır. Yaşanan kitlesel terör eylemlerinin insanlardaki düzene kavuşma isteğini kamçıladığını, dolayısıyla kentlerdeki oyların AK Parti’ye geçtiğini söyleyebiliriz.
Seçim süreci terör eylemleri, bombalamalar, şehirlerde çatışmalarla gölgelenmişken; korkunun yerini alabilecek bir söylemi geliştirmek mümkün müydü? Korkunun alternatifi olarak sunulan umut, korkuya kıyasla çok daha yorucu bir duygu. Özellikle de korkan insanları, umut etmeye davet etmek hiç kolay değil. Bir de öfke var, korkunun kuzeni sayılır. Öfkeyle korkuyu ayırt eden en önemli fark, öfkelenen insanların durumdan kimin sorumlu olduğunu bilmeleri ve kontrolü ele alabileceklerine inanmaları. Korkuysa hem belirsizliği artıran hem de bireyleri dalgaların arasında kaybolduklarına inandıran bir etkisi var. Yaşadığımız gibi bir durumda, öfke de korku kadar muhtemel olsa da yaşananların sorumlusu konusunda fikir ayrılığı tek başına zor bir iş. Buna insanları durumu kontrol edebileceklerine ikna etmenin de zorluğunu eklerseniz; öfkenin de bütün cazibesine rağmen korku kadar kolayca yayılmadığını görürsünüz.
Hele seçim kampanyalarının düşük profilli gittiği bu ortamda, sosyal medyanın kakofonisinin arasında sesinizi duyurmak neredeyse imkânsızken; bu duygu durum değişikliğini yaratmak değme iletişim sihirbazlarının bile başarabileceği bir iş değildi.
Bazı oryantalist düşünürler, umudun Batı’ya has, lüks bir duygu olduğu kanaatindeler. ABD’nin Barack Obama’sı ya da Kanada’nın Justin Trudeau’sunun kolayca umut uyandırabilmesinin sebebinin bu olduğunu düşünüyorlar. Onlara göre Doğu’nun kaderindeyse sadece öfke ve korku arasındaki salınım bulunuyor.
Öldürüleceği günün sabahında saat 5.30’da uyanan Santiago Nassar’ın romanda sarf ettiği sözler manidar: “Hala beni öldürdüler”. Önceden duyurulmuş, mukadder olan gerçekleşmiş; Hayyam’ın deyimiyle kalemin yazdığını silmek mümkün olmamıştır. Tıpkı romanın da alternatif bir sonu olduğu gibi; eğer 2015 yazını terör, istikrarsızlık ve krizlerden uzak geçirebilseydik; bizim de kaderimiz çok farklı olabilirdi.
Doç. Dr. Emre Erdoğan / İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü