Herhangi bir toplumun çatışmasız, fay hatsız, gerilimsiz tek ve bütüncül bir yapıymış gibi davranmasını bekleyemeyiz. Eninde sonunda görüş farklılıkları, çıkar ya da değer çatışmaları olur; toplumun bazı kesimleri diğerlerinden daha az hoşlanır, zaman zaman da dışlar. Ama aklı başında insanlardan oluşan bir toplumda, vatandaşların kendisine benzemeyenlere en azından “katlanmasını” bekleriz, yoksa birlikte yaşayabilmek boş bir hayalden öteye geçmez.
Şubat ayının başında sonuçlarını açıkladığımız “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” araştırması, ülkemizde bir arada barış içerisinde var olma hayaline oldukça mesafemiz olduğunu gösterdi. Türkiye seçmen nüfusunu temsil eden 1024 kişiyle yapılan araştırmanın sonuçları kamuoyunda “birlikte yaşayamama” konusunda bir farkındalık uyandırmışa benzer, farkı mecralarda yer aldığı göz önünde tutulursa.
Çalışmanın en dikkat çeken bulgusu farklı siyasi parti sempatizanlarının birbirine karşı duyduğu “sosyal mesafe” oldu. Sosyal mesafe kavramı, sosyal bilimci Bogardus tarafından bireylerin “diğer” bireylerle farklı temaslarda bulunmaya ne kadar hevesli/hevessiz olduklarını ölçmek amacıyla ortaya atılan bir kavram. Kendinize benzemeyenlerle komşu olmak, iş kurmak ya da “kız alıp-vermek” isteyip istemediğinize dayanan bir ölçek. Eğer bir grubun üyeleri diğer başka bir grubun üyeleriyle bu tür bir ortak yaşam kurma konusunda isteksiz ise; gruplar arası sosyal mesafenin arttığını söyleyebiliriz.
Genelde etnik kökene ya da ırka dayalı ayrımcılığın; bazen de Dünya Değerler Araştırması’nda olduğu gibi genel bir hoşgörünün/hoşgörüsüzlüğün göstergesi olarak kullanılan bu ölçeği Türkiye’ye uyarlayıp “en uzak hissedilen siyasi parti taraftarları” özelinde sorduğumuzda; ülkemizde siyasi parti sempatizanları arasında sosyal mesafenin arttığını öğrendik. Öncelikle seçmenlerin yüzde 80’i kendisini bir şekilde başka bir parti sempatizanlarına uzak hissediyor, ancak bununla da kalmıyor; en azı yüzde 74 olmak üzere; büyük çoğunluğu da bu kişilerle temas kurmayı istemiyor. İstenmeyen temaslar arasında “çocukların beraber oynamasının” da olduğu belirteyim ki, durumun ciddiyeti daha fazla gözüksün.
Aynı seçmenlerin bir dizi iyi ve kötü sıfat sayıldığında, bütün iyi sıfatları kendilerini yakın hissettikleri parti taraftarlarına; bütün kötü sıfatları da “öteki” partinin taraftarlarına layık gördüklerini de öğrendik. “Vatansever”, “onurlu”, “açık fikirli”, “cömert” ve “zeki” kendi partimizin taraftarlarının sıfatlarıyken; “öteki” parti sempatizanlarına ise “kibirli”, “bencil”, “zalim” ve “bağnaz” gibi sıfatlar düşmekte. Üstelik ankete katılanların “ikisine de uygun” ya da “hiçbirine uygun değil” gibi daha kabul edilebilir yanıtlar verme şansı varken. Bu durum bize parti sempatizanları arasında sadece sosyal mesafenin değil, duygusal mesafenin de yüksek olduğunu gösterdi. Daha önce benzer bir çalışma yapılmadığından “arttı” ya da “azaldı” diyemeyiz, ancak şu halinin bile kaygı verici derecede yüksek olduğu açık.
Sosyalizasyonunu 1990’larda tamamlamış her birey, takım tutar gibi parti tutulmaması gerektiğini bilir; bugün bu partiye, yarın o partiye oy verirsiniz de; bugün bu takım, yarın o takım, pek makbul bir davranış sayılmaz. Demokrasilerde siyasi partiler milletin hizmetkârı olması gerektiğinden, hizmetinden memnun kalmadığınız dükkândan çıkmak ve karşı kaldırıma geçmek en doğal hakkınız, bunu takım tutarken yapamıyorsunuz. Ama görülen o ki, sempati duyduğumuz siyasi partilerle ilişkimiz öyle bir hal almış ki, siyasi partiler arasında geçiş yapabilmek için aşmanız gereken koskocaman bir duvar var, üstelik yıkılması da pek mümkün gözükmüyor.
Durum bu, yanıtlanması gereken acil soru da, bu duruma nasıl geldiğimiz. Ne oldu da “öteki” siyasi parti taraftarlarına bu kadar mesafeli olduk, onları anlamaktan vazgeçtik ya da katlanamaz olduk? Sorunun bir kolay, bir de zor yanıtı var. Kolay yanıtı, siyasetçilerin sorumlu olduğunu söylemek…2010’dan beri sürekli seçim yapan bir ülkede, hele de çözülmesi gereken acil sorunlar varken, safların ayrışması şaşırtıcı değil. Hele bu seçimlerin hemen hepsi toplumu ortadan böldüğü bilinen, bir mutlak kazanan, bir de mutlak kaybeden taraf yaratan referandum benzeri seçimlerse… Böyle bir ortam, insanları düşmanlar ve dostlar olarak tasnif eden; kendisinden olmayanı aşağılayan, kendisine benzeyeni yücelten; yaşanan sorunların müsebbibi olarak “ötekini” günah keçisi olarak ilan eden siyasetçiler için çok bereketli bir alan açıyor. Kendi taraftarlarını yücelten; diğer partiye oy verenleri “vatan hainliğinden”, “idraksizlikten” başlayarak yaftalayan bir söylem, seçim meydanlarında sık gördüğümüz manzaralardan.
Hele küresel ekonomik kriz, ülkede ve bölgede yaşanan savaş hali ve insanı karamsarlığa sevk eden, nereden geleceği belli olmayan terör saldırıları da varsa; bu tür politikacılara gün doğuyor, sadece ülkemizde de değil üstelik. Macar Orban, Rus Putin, Hintli Modi, Japon Abe ve ABD’nin “yükselen” yıldızı Trump bu tür “popülist” politikacıların “usta” örnekleri arasında… Bizim siyasetçilerimizin de neredeyse parti ayrımı yapmadan bu “iklimden” ustaca yararlandıkları aşikâr…
Öte yandan, suçlu sadece siyasetçiler mi? Bu toprakların tarihinde her zaman kamplaşmalar ya da kutuplaşmalar olmadı mı? Çok partili ilk seçimleri takiben 1950’lerde kahvelerin ayrılmasından başlayalım,1970’lerin sağ-sol çatışmasına kadar; kolaylıkla ortadan ayrılmaya ve siyasi kamplarda saf tutmaya hazır değil miydik? Hele bu ülkenin kadim azınlıklarının çektikleri? Onların dışlanması, ötekileştirilmesi veya aşağılanması o kadar doğal hale geldi ki; kimse bu tür davranışlarından dolayı mahcubiyet bile duymuyor, “ayıptır” demiyor. Bütün karşılaştırmalı araştırmalar gösteriyor ki Türkiye toplumu birbirine ve yabancılara en az güvenen, kimseyle komşu olarak yaşamak istemeyen ve kendisini sürekli tehdit altında hisseden bir toplum. Suriyeli göçmen dalgasından önce bile Avrupa’da göçmen karşıtlığın en yüksek ülke Türkiye’ydi. En fazla işbirliği yaptığı batılı ülkelerin Türkiye’yi böleceğine inananların; “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” şiarını benimsemiş insanların ülkesindeyiz. Böyle bir ülkede de, siyasetçilerin çaldığı kutuplaştırma mayasının tutmaması şaşırtıcı olurdu.
Son soru şu olabilir, ne yapabiliriz? Bütün sosyalizasyon sürecinin inşa ettiği bu dışlayıcı, şüpheci ve ayrımcı siyasal kültürü bir gecede yerle bir etmemiz; yerine dünyanın en hoşgörülü toplumunu inşa etmemiz mümkün değil, zaten toplumların da inşa edilemediğini birinci elden deneyimlemiş durumdayız. Getirisi olmadığı sürece siyasetçilerin hal ve tavırlarını da değiştiremeyiz, çünkü durumdan en fazla istifade eden onlar. Ama şansımızı henüz denemediğimiz bazı çıkış yolları halen mevcut: “öteki”ne empati besleyebilmek, diyalog kurmak, hatalarımızla yüzleşmek; diğerinden farklılığımızın doğal olduğunu anlamak ve en önemlisi aynadaki aksimizle yüzleşmek ve bu yabancının biz olduğumuzu kabul etmek. Bu arada, ne ondan, ne bundan yana olan; hem ona, hem de buna haklısın diyebilen kurumları yeşertmeyi deneyebiliriz. Diğerini anlayan ve ona “haklısın” diyebilen bir dili arayabiliriz. Üstelik bunu da kısa vadede hiçbir başarı umudu vermeyen bu kutuplaşmış, ayrışmış ve bölünmüş ortamda deneyebiliriz. Ancak zeytinlerini torunu yiyebilsin diye zeytin ağacı dikebilen insanların bonkörlüğü, diğerkâmlığı ve umuduyla girişebiliriz bu işe; başka türlü de bir çıkış yolu olmaz…
Araştırma sonuçlarının tamamına http://kssd.org/blog/2016/02/01/turkiyede-kutuplasmanin-boyutlari-arastirmasinin-sonuclari-aciklandi/ adresinden ulaşabilirsiniz