Eğer öngörülmeyen bir gelişme olmazsa — ki coğrafyamızda mebzul miktarda bulunur bu gelişmelerden- bu meclis yasal ömrünü tamamlamadan Anayasamızda köklü değişiklikler yapılmasını öngören bir paket ile karşımıza çıkacağa benzer. Bu paketin neler içerdiğini bilmemiz şimdiden mümkün değil, ancak hükümet sistemini baştan aşağı değiştirecek bir düzenlemeyi, “Başkanlık Sistemi” adı verilen tamamen farklı bir rejime geçişi içereceğini öngörebiliriz.
Başkanlık sistemine geçiş sadece günümüz siyasetçilerinin rüyasını süslemiyor. Ülkenin ezel ebed bir riyaset sistemiyle yönetildiği iddiasını bir kenara bırakalım; 1961 Anayasası’nın tasarımında dahi Amerikanvari bir başkanlık sistemi, parlamenter sisteme alternatif olarak sunulmuş; ancak zamanın muktedirleri tercihlerini parlamenter sistemden yana kullanmışlar, ne kadar güçler ayrılığını içerdiği ya da erklere eşitlik tanıyıp tanımadığı bambaşka bir tartışma konusu olsa da… Turgut Özal, Süleyman Demirel ve günümüzde Recep Tayyip Erdoğan zaman zaman başkanlık sistemini daha iyi bir çözüm olarak sunan siyasi liderler arasında.
Başkanlık sisteminin süregiden sistemden daha iyi olduğunu öne sürenlerin başlıca argümanı, eldeki sistemin arzu edilen hedeflere ulaşmayı sağlamakta yetersiz kalması. Tabii ki söz konusu merkez sağ siyasi hareket olduğunda, arzu edilen hedefse çoğunlukla daha iyi bir demokrasi ya da daha fazla özgürlükler değil, ekonomik büyüme, sanayileşme ve insanların daha fazla tüketebilmesi anlamında zenginleşme… Ülkemizde merkez sağın geri kalmışlığımızın sebeplerine koyduğu teşhis bir ekonomik geç kalmışlık meselesi olduğundan, arzulanan hedefin bu saydıklarımız olması da şaşırtıcı değil.
Başkanlık sisteminin savunucuları, parlamenter sistemine içkin “çok başlılığı” nedeniyle, yürütmenin gerekli büyümeyi sağlayacak politikaları izleyemediğini söylemekte. Daha güçlü bir yürütme hiç tavizsiz, gecikmeden ülkenin ihtiyacı olan kararları hızla alabilir ve uygulamaya geçebiliyor bu kişilerin gözünde.
Başkanlık sistemi toplumu böler mi?
“Dünyada…” diye başlayan cümleleri takip edersek, Başkanlık sisteminin ilk örneği olan ABD’de yürütmenin düşlendiği kadar hızlı olamadığı, hele yasama organı diğer partinin kontrolü altındaysa bütçesini bile çıkaramadığı gerçeğini kenara bırakalım. Ekonomik büyümeden kasıt gayrisafi milli hâsıla ise, başkanlık sisteminin diğer sistemlerden daha iyi bir performans göstermediğini bilmediğimizi varsayalım. Eğer refahtan kasıt, insani gelişmişlik ise, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın ölçtüğü İnsani Gelişmişlik endeksinin üst sıralarında başkanlık sistemi uygulayan herhangi bir ülkeye rastlamadığımızı bilmesek de olur diyelim. Görüşlerin bilimsel verilerle desteklenmesinin adet olmadığı bir ülkede şaşırtıcı değil.
Başkanlık sisteminin muhtemel yararları sadece birer mitten ibaret iken; zararları konusunda çok daha bilgiliyiz. Erkler arasında güç paylaşımının adet olmadığı; yürütmenin her zaman diğer araçları kontrol etme eğilimi taşıdığı; çoğulculuğun ve çok fikirliliğinin birer zaaf olarak görüldüğü ülkelerde, yani dünyanın büyük kısmında; başkanlık sistemi denemeleri her zaman muktedirin daha fazla iktidar istemesiyle sonuçlanmış; bu girişimler bazen başarıyla ulaşmış, bazen de çoğunlukla dış etkenlerin etkisiyle akamete mahkum olmuş. Başkanlık sistemiyle daha demokratik bir ülkeye dönüşmüş tek bir örneğine rastlamıyoruz.
Arzu edilen sistemin iyi bilinen başka bir özelliği de toplumu bölmesi, var olan bölünmeleri de pekiştirmesi. Hangi seçim yöntemini tercih ederseniz edin, Başkan toplumun sadece bir kesimi tarafından seçilmiş ve benimsenmiş bir lider. 240 yıllık deneyime sahip ABD’de dahi Başkan her zaman kendi seçmenlerinin başkanı olmakla yetiniyor. Hayattayken tüm toplum tarafından benimsenen bir ABD başkanına henüz rastlanmamış. Ülkemizde dahi TBMM tarafından seçilen Cumhurbaşkanlarının kamuoyundaki destek oranı yüzde 80’lere yakınken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın toplumsal desteği sadece kendi partisiyle sınırlı.
Bu da bizim arzu edilen sistemin başka bir sakıncasına getiriyor: tarafsız/partisiz cumhurbaşkanı kavramının ölümü. Anayasamıza göre Cumhurbaşkanı seçildikten sonra partisiyle ilişkisini kesmek zorunda ki bütün siyasi partilere eşit mesafede durabilsin. Oysa başkanlık sistemlerinde, başkan seçilebilmek için bir partiye ihtiyaç duymakta. Bu nedenle eğer görev süresi tek bir dönemle sınırlı değilse; bir sonraki seçimde kendisini destekleyecek bir seçmen kitlesini ve o kitlenin partisini tatmin etmek zorunda. Netice, Başkan’ın siyasi tercihlerinde belli bir taraftan yana olması ve ister istemez bir partiyle özdeşleştirmesi kendisini…
Eylül ya da Ekim’de yapılacak, başkanlık sistemi konulu muhtemel bir referandumun sonuçlarını kestirmek gibi bir iddiaya girişmeyelim. Ama Türkiye siyasetinin koşulları göz önünde tutulduğunda tek bir kehaneti rahatlıkla yapabiliriz, Başkanlık sisteminin yukarıda bahsetmiş olduğumuz sakıncaların ve mitolojik kazanımlarını hiç duymadığımız bir referandum dönemi geçireceğimiz kesin. Bu nedenle aslında oyladığımızın bir kişinin iktidarı olmadığını; çocuklarımızın geleceğini oyladığımızı fark ettiğimizdeyse çok geç olacak.
* Doç. Dr. , Bilgi Üniversitesi, Uluslararası ilişkiler