İnsanlığın en büyük utanç sahnelerinden biri: Yıl 1995, Bosna Savaşı sırasında Saraybosna’nın Selimoviç Bulvarı. Şehri çevreleyen tepelere konuşlanmış Sırp keskin nişancılar, caddeden geçmeye çalışan Saraybosnalılara ateş ediyorlar, kadın, yaşlı, çoluk-çocuk gözetmeden. Şehir zaten kuşatma altında, en temel ihtiyaçlarınızı gidermek için sokağa çıktığınızda bile sizin yaşamınız, çocuklarınızın yaşamları tehlikede. Çünkü Sırp keskin nişancılar hedef gözetmeden, sadece öldürmek için ateş ediyorlar ve öldürüyorlar da… Eldeki veriler 1992–1995 arasında binden fazla kişiye ateş ettiklerini ve 60’ı çocuk en az 250 kişinin de yaşamını bu saldırılarda yitirdiğini gösteriyor.
Kuşatma altındaki bir şehirde, bir keskin nişancının namlusunun ucunda yaşadığınızı düşünün: İşinize nasıl gideceksiniz? Çocuğunuzu okula nasıl göndereceksiniz? Diyelim acil bir ilaca ihtiyacınız var, nasıl o ilacı alabileceksiniz? Sorsanız sıradan ihtiyaçlarımız olan sinemaya gitmek, akrabaları ziyaret etmek ya da kahvede çene çalmak söz konusu bile değil. Ölümle aranızdaki mesafe keskin nişancının nefes alış veriş süresi kadar kısa, üstelik “neden bana?” diye soramıyorsunuz, çünkü keskin nişancılar adres sormadan ateş ediyorlar.
Saraybosna ve Saraybosnalılar o karanlık günlerini geride bıraktılar, unutmayı henüz başaramasalar da. Bosna Savaşı denen kâbusun bir daha yaşanmamasını umarak yeni hayatlarını kurmaya, yasları ve kayıplarıyla yüzleşerek çalışıyorlar.
Ama, son birkaç yıla baktığımızda dünyanın neredeyse her şehrinin bir Saraybosna’ya dönüştüğünü görüyoruz: Belçika, Libya, Tunus, Yemen, Fransa, Kuveyt, Mısır, Irak, Lübnan, ABD, Suriye, Endonezya, Suudi Arabistan, Kazakistan , Bangladeş ve Türkiye. Sadece 2016’da 750’den fazla kişi IŞİD’in terör saldırılarında yaşamını yitirmiş, yaralananların sayısıysa binlerce. Daha Atatürk Havalimanı’na ve Bağdat’a yapılan saldırıların yarattığı şok etkisi geçmeden; Nice’deki saldırı 80’den fazla kişinin yaşamını yitirdiğini gösterdi. IŞİD’in düzenlediği terör saldırılarının sayısı ve kayıpların sayısı azalmıyor, artıyor ve bütün dünya bir savaş alanına dönüşüyor.
IŞİD’in terör saldırıları da hedef gözetmiyor, kurşunları adres sormuyor. Çocuğunuzla beraber bir bayram kutlamasına gitmiş olabilirsiniz. Bir seyahatin başlangıcında ya da sonunda, elinizde valizlerle havalimanından çıkıyor olabilirsiniz. Bir gece kulübü, bir konser, bir müze, bir kafe, bir plaj ve hatta kiliseler/camiler… Buraların her birinde bulunmanız IŞİD saldırısının hedefi olmanıza yetebiliyor. “Bana-sevdiklerime olmaz”, “ben hak etmedim”, “neden?” diye sorma şansınız yok; orada olmanız yeter.
Saraybosnalıların yıllarca yaşadıkları o kıstırılmış hissini neredeyse bütün bir dünya ahalisi olarak yaşıyoruz. Kıstırılmışlık sadece sokağa çıkamamakla sınırlı değil. Yaşamımıza bir anlam vermeye, başımıza gelenleri nedensel ilişkilerle açıklamaya programlanmış aklımız; öylesine, rastgele öldürülmeye anlam veremiyor. Başkalarının başlarına gelenlere bile kolaylıkla “hak etti” diyebilmemiz mümkünken; kendi başımıza gelenlerin manasız olması kolayca kabullenebileceğimiz bir şey değil. Bu duygusal hal, yaşamı sürdürülemez kılıyor.
Terör de, terörist de bu duygusal hali yaratmayı hedefliyor. Korkmamızı; sokağa çıkamayacak, çocuklarımızı okula gönderemeyecek, bir kahvede oturup sohbet edemeyecek kadar korkmamızı amaçlıyor bu saldırılar. O kadar korkacağız ki, sert-köşeli siyasal söylemlere, kolaylıkla bir dini, mezhebi ya da etnik grubu hedef gösteren liderler kolaylıkla inanır hale geleceğiz. Saldırıların suçlularını kolayca bulan cadı avlarını, Kristal Geceleri ya da benzeri nefret dolu eylemleri onaylayacağız. Korku o kadar zihnimizi saracak ki, şiddeti daha fazla şiddetle bastıran çözüm önerilerini kabul edeceğiz; bu çözümlerin yarattığı kördüğümleri görmeyeceğiz. Ve terör amacına ulaşacak, toplum içinde duvarlar hızla yükselirken; sorunlar sağduyuyla çözülemeyecek hale gelecek.
Yakın gelecekte bu terör saldırılarının sayısının azalmasını beklemek için bir sebebimiz yok. Çıbanın başı olarak görülen Suriye’deki iç savaş şu ya da bu şekilde sona erse bile; İstanbul, Ankara, Brüksel, Paris ya da Nice benzeri saldırılar devam edecek, bir ya da birkaç militanın eylem yapmaya karar vermesi yeterli. Biz, bütün sevdiklerimiz ve herkes, bu saldırıların olası kurbanları olarak namlunun ucundayız. Tıpkı şehirlerinde kıstırılmış Saraybosnalılar gibi.
Ne yapabiliriz? Saldırıların olmasını biz sıradan vatandaşların engellemesi mümkün değil; bizi çok aşan işler bunlar. Ama terörün amacına ulaşmasını biraz olsun önleyebiliriz. Daha az korkmak kolay değil, ölüm olasılığıyla karşı karşıya kalan her insan korkar. Ama korkunun yarattığı düşünsel iklimde yaşamak zorunda değiliz. Kolaycı çözümleri öneren; cadı avlarını savunan liderleri ve onların destekçilerine meydanı bırakmayabiliriz. En önemlisi yaslarımızı ve acılarımızı yarıştırmaktan, “oh olsun” demekten vazgeçebiliriz. Çünkü terörün hedefi olduğumuzda yaşımızın, cinsiyetimizin, milliyetimizin, etnik kökenimizin ya da dini inancımızın hiçbir önemi yok. O namlunun ucunda, hepimiz aynı ve eşitiz.