18 Haziran 2016,
Günün birinde, bu yaşananların hesabı sorulacak olsa; herhalde biz sıradan insanlara kolayca sıra gelmez. Bütün siyasileri, askerleri, akademisyenleri, gazetecileri, kahvedeki çokbilmişleri ve Facebook’ta sürekli paylaşımlarla siyaset yapanları öne dizerler. Bizeyse sadece tek bir günah kalır muhtemelen, ama günahların da en büyüğü: Umursamama günahı…
Bundan bir yıl önce, 18 Haziran 2015’te ne hissediyordunuz? Umut? Öfke? Kızgınlık? Neşe? Şimdi ne hissediyorsunuz? 18 Haziran 2016’da? Umut? Öfke? Kızgınlık? Neşe? Yeni duygular eklendi mi repertuvarınıza? Çaresizlik, mutsuzluk, heyecan, bezginlik gibi?
Geleceğe baktığınızda ne düşünüyorsunuz? Önümüzdeki beş yıl, geçtiğimiz beş yıldan daha mı iyi olacak? Geçtim beş yılı; 18 Haziran 2017’de, geride daha iyi bir yıl mı bırakmış olacaksınız, yoksa bir kötü yıl daha mı eklenecek şu dünyadaki kısa ömrünüze.
Şu tarihleri hatırlayalım: 20 Temmuz 2015-Suruç, 10 Ekim 2015-Ankara, 12 Ocak 2016-İstanbul, 17 Şubat 2016-Ankara, 13 Mart 2016-Ankara, 19 Mart 2016-İstanbul, 7 Haziran 2016-İstanbul. Bir yılda 6 büyük terör saldırısı… Güneydoğu’da ve ülkenin geri kalanında yaşamını yitiren 500’den fazla güvenlik görevlisini, sayısını bilmediğimiz sivil vatandaşı ve saymayı en son bıraktığımızda 58 olan çocuk sayısını düşünün. Şimdi ne hissediyorsunuz?
Bazılarının televizyon ya da gazete haberlerinde isimlerini, yaşlarını, hayat öykülerini öğreniyoruz. Bazılarıysa sadece birer sayı olarak kalıyor. Ama onların da isimlerini, yaşlarını ve hayat öykülerini anlatanlar var ülkenin hiç gitmediğimiz yerlerinde. Herkes, kendi kayıplarını kutlulaştırıyor, diğerinin kayıplarıysa yok sayılıyor.
Ve biz, her sabah uyanmayı başarabiliyoruz. Saydıklarımın bizim ya da sevdiklerimizin asla başına gelmeyeceğine, sonsuza kadar mesut ve mutlu yaşayabileceğimize kimsenin bize zarar vermeyeceğine inanıyoruz ya da inanmak istiyoruz. Artık öyle bir noktadayız ki, en katı yüreklimiz bile ölene “hak etti” diyemiyor, metrodan çıkıp işe giderken ya da ekmek almaya bakkala, bir insan ne yapmış da hak etmiş olabilir ki?
Yapabildiğimiz tek şey yok saymak sanırım, ama yok saymak da bir güvercin tedirginliğinde yaşamamızı engellemiyor; günlük neşemizin bir haberle gölgelenmesi, “acaba” sorusunun yüreğimizi titretmesi; yok saymakla geçecek gibi değil.
Terör; hedef gözetmeden, haklı/haksız ayırt etmeden, rastgele vuran terör, amacına ulaşıyor; içimize korkuyu yerleştirirken, aramızdaki duvarları yükseltiyor ve haklılık sormadan atılan intikam çığlıkları için elverişli bir ortam yaratıyor. Gitgide, bir karşılıklı nefret sarmalında kayboluyoruz ve birlikte yaşayabilmek umudu her geçen gün azalıyor.
Umursamama günahı…
Düşünürsek gündelik yaşam kaygısının peşinde olan, kendisine daha mutlu bir yaşam, çocuklarına daha iyi bir eğitim, ailesine daha iyi bir gelecek isteyen; bunun için gelecekteki günlerinden fedakârlık yaparak her türlü çileye katlanan sıradan insanların sorumluluğu var diyebilir miyiz? Şu ya da bu şekilde bu topraklarda doğduğu için yoksullukla, eğitimsizlikle, güvencesizlikle ve yok denecek kadar az olanaklarla didişerek kendine ve çocuklarına iyi bir yaşam sağlamaya çalışan vatandaşların ne gibi sorumluluğu olabilir ki olan bitende?
Fikirleri sadece seçimden seçime sorulan, bilgilendirilmeyen, bilgiye erişimi engellenen; kanaat tartışması niyetine fiks menü seçenekli televizyon tartışmalarına mahkûm bırakılan; sokağa çıksa “orantısız bir şiddetle” karşılaşan, çıkmasa suçlanan; sıradan insanlar nasıl müdahale edebilirler ki gidişata?
Günün birinde, bu yaşananların hesabı sorulacak olsa; herhalde biz sıradan insanlara kolayca sıra gelmez günahların paylaşımında. Bütün siyasetçileri, askerleri, akademisyenleri, gazetecileri öne dizerler; kahvedeki çokbilmişlere ve Facebook’ta sürekli paylaşımlarla siyaset yapanlara dağıtırlar günahların çoğunu. Bizeyse sadece tek bir günah kalır muhtemelen, ama günahların da en büyüğü: Umursamama günahı…
Bir insan, başka bir insanın başına geleni nasıl umursamaz? Yaşamlarını umursamamak üzerine kurmuş ruh hastalarını bir kenara bırakalım, onlardan çok sayıda var etrafımızda. Ama geri kalanlar?.. Kendilerini iyi aile babaları, anneleri, mümtaz bir vatandaş olarak nitelendirenler neden ve nasıl umursamamayı başarıyorlar?
Yanıtın bir kısmını biraz önce verdik, gündelik yaşam kavgası, sürekli bir yere yetişme hali, işten çocuk yetiştirmeye bütün yaşamı kaplayan, teslim tarihi çoktan geçmiş projeler başka bir şeye bakmamıza izin vermiyor muhtemelen. Nefes alabildiğimiz tek anda da, kulağımızı ve gözlerimizi kapatmak, mikro önceliklerimize odaklanmak yaşamı ve ölüm fikrini katlanılabilir kılıyor.
Ama sadece sıradan insanın duyarsızlığıyla durumu açıklayamayız. İçinde yaşadığımız tarihin yarattığı çaresizlik hissi de bizim günahımızın bir parçası. “Ben ne yapabilirim?”, “Neyi değiştirebilirim?”, “Daha önce başaramadım, şimdi nasıl başarayım ki?”. Bizim kendi kendimize sorduğumuz ve yanıt vermeyi başaramadığımız sorular.
Yüzleşmeden sorunlar çözülemez
Çaresizlik hissi bizim neslimiz için yeni değil. Terör, enflasyon, ekonomik krizler, karanlık ilişkiler, birbiri ardına kurulan ve yıkılan hükümetler; sıradan insanı sadece bir mucizenin kendisini kurtarabileceğine ve elinden hiçbir şey gelmeyeceğine inandırmıştı. Ve son 15 yılın bir kısmında da bu mucizenin gerçekleştiğine inananlar da oldu. Ta ki, o büyü yıkılana kadar.
Bugün, ülkemizin daha iyiye gittiğini gösterecek gelişmeler bu kadar enderken, son bir yılı acı, üzüntü ve yas ile geçirmişken; terör her an hepimizi hedef alabilecekken ve ülkenin bir kısmını siyah bir perde örtmüş ve hiçbir gerçeğin geçmesine izin vermezken de; hissettiğimiz bu. Olan biteni engellememizin mümkün olmadığını düşünüyoruz. Başkalarının başına gelenleri umursamıyoruz, bizim başımıza gelmemesini umuyoruz.
Biz bir adım öne çıkmazsak, olan bitenle yüzleşmezsek, yaşananların sorumluluğunu taşıdığımızı kabul etmezsek; en önemlisi sorunların çözümünü sorunları yaratanlardan beklersek; gelmesini umduğumuz o mucize gerçekleşmez.
Mucize, saklanmaktan vazgeçip yüksek sesle “hayır” diyebilen insan olduğumuzda gerçekleşir.