Doç. Dr. Emre Erdoğan
Seçim işleriyle ilgilenenler ve dünyanın geri kalan vatandaşları için 2016 kâbuslarla dolu bir yıldı. 24 Nisan’da Avusturya Cumhurbaşkanlığı seçimini Hofer’in kazanmasıyla -her ne kadar daha sonra yenilenen seçimde kaybetse de- başlayan “Popülist Dalga”, Filipinler’de Duterte’nin bir kez daha başkan seçilmesi (Mayıs) ve Brexit Referandumu (Haziran) ile yükseldi ve zirveye Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesiyle (Kasım) ulaştı.
Çoğu kimseye “tarihin sonu derken, demokrasinin sonu gelmeye?” sorusunu sorduransa Aralık’ta İtalya’daki referandumu bir komedyen tarafından kurulan ve şimdilik birinci parti olarak bilinen Beş Yıldız Hareketi’nin sözcülüğünü üstlendiği “Hayır” cephesinin kazanması oldu (Aralık).
Hemen herkes sıradaki seçimleri de -Avusturya yenilenme seçimleri, Hollanda (Mart) ve Fransa (Nisan-Mayıs)- popülist liderlerin kazanacağından emindi. Domino taşları gibi birer birer devrilen liberal rejimlerin sonuncusunun da sonbaharda Almanya olacağı düşünülüyordu, böylelikle 1930’lara geri dönülecekti, swing hariç tabii. Böyle olmadı.
Avusturya’da yenilenen seçimleri 300 bin oyla Yeşil Parti’nin adayı kazandı. Hollanda’da aşırı sağcı Geert Wilders’in partisi oylarını yükseltse de kazanamadı. Fransa’da Le Pen ikinci turda oyların üçte birini alsa da, Cumhurbaşkanı olamadı. İngiltere’de erken seçimlerde AB, İslam ve göçmen karşıtı UKIP 10 puandan fazla oy kaybederek sadece yüzde 2 gibi bir oy alabildi.
Fransa’da Macron’un Cumhurbaşkanlığını, partisinin de genel seçimleri kazanmasına İngiltere’de de mütevazi Corbyn’in liderliğinde İşçi Partisi’nin oylarını 10 puan arttırmasını da eklerseniz; Popülist dalganın sona erdiği ve bir başka alternatifin mümkün olduğunu söyleyen uzmanlara hak verebilirsiniz.
Bu kadar iyimserseniz, Almanya’da Merkel’in seçimi kazanacağına kesin gözüyle bakabilir, bir başka popülist parti AfD’nin muhtemel mağlubiyetine sevinebilirsiniz. Böylelikle 2016 karabasanı sona erer ve yerini 2017 baharına bırakır…
Muhtemelen böyle olmaz, tek çiçekle ya da bir buket çiçekle, bahar gelmez.
Popülizmi sadece bir moda -İspanyol paça pantolonlar ya da ICQ gibi- olarak görürseniz; her moda gibi geçici olacağına inanabilirsiniz. Bir bahar, belki birkaç bahar daha insanlar o pantolonları giyerler, sonra da ancak karikatürlerde görürüz.
Siyasetin de pek işe yaramadığını düşünen kahir ekseriyettenseniz, iktidara gelseler bile verecekleri zararın sınırlı kalacağına da inanabilirsiniz, devlet ve kurumlarıyla ile temsil edilen akıl, seçimleri kazanan lafebelerinin postuna bürünmüş duyguları her zaman yenebilir tabii.
Ama siyaseti ve ideolojileri, zamanın büyük harflerle yazılan sorularına verilmiş yanıtlar olarak görenlerdenseniz, o sorular önemini kaybetmeden, ona yanıt veren siyasetin ve ideolojilerin de yok olmayacağını düşünürsünüz. Kendi şişesinde sunulmasa bile o “zehirli” fikirler, daha “masum” kokteyllerde kendilerine yer bulabilirler.
Popülizmin varoluş sebebi neydi, müesses nizamın yanıtlayamadığı hangi soruya verilmiş bir yanıttı?
Hemen her konuda olduğu gibi, uzmanların da bu konuda uzlaşmadığını söyleyerek başlayalım işe. En basit sayım bile kavramın 40’tan fazla farklı açıklamasının olduğunu gösteriyor, üstelik bu tanımların bazıları kesişmiyorlar bile.
Konunun en uzmanı -kendisi de ülkemizi ziyaret etti geçenlerde- Cas Mudde basit bir tanım öneriyor: Karmaşık sorunlara basit çözümler üreten bir liderin toplumu “biz ve onlar” diye ikiye bölmesi; biz tarafına masum halkı, öteki tarafa da başta siyasetçiler ve medya olmak üzere müesses nizamı koyması.
Tabii, bu ötekiler, mekân ve zamana bağlı olmak üzere; yaşanan sorunların sorumluları olarak görülebilecek her türlü “günah keçisini” de kapsayabilmekte, Avrupa ve ABD özelinde de bugünlerde her türlü göçmen, özellikle de Müslüman olanları günah keçisi olarak çok popülerler.
Sonuçta popülist liderler, vatandaşın duyduğu rahatsızlığı ortaya çıkaran, ona şekil veren ve rahatsızlığının sebebini işaret eden iletişimciler. Bunu da esas soruna yanıt vermektense, rahatsızlığın sebebini ortadan kaldırmanın yeterli olacağını öne sürerek bir cerrah zarafeti içerisinde yapıyorlar. “Sorun göçmenlerse, duvar ör, gelmesinler. Sorun AB’yse, çıkarsın, geçer”.
Daha karmaşık bir önermeye ihtiyaç bile yok.
İçinde yaşadığımız “Zeitgeist”ın çok da iç açıcı ve müreffeh bir dönem olmadığı aşikâr. 2008’den beri süregiden ekonomik krizin etkileri hala devam ediyor. Küresel ekonomik büyüme yüzde 2’lerde sürünüyor, işsizlik yüzde 6’da, genç işsizliği yüzde 13’lere ulaşmış durumda.
Yunanistan’da gençlerin yüzde 45’i, İspanya’da yüzde 42’si ve İtalya’da yüzde 35’i işsiz; çalışan gençlerin çoğunluğu yoksulluk sorunuyla karşı karşıya… 2007’den bu yana dünyada terörist saldırıların ve terörist saldırılardan dolayı yaşamlarını kaybedenlerin sayısı 3 kat arttı.
Göçmen sayısı, çoğunluğu Ortadoğu kaynaklı olmak üzere iki katına çıkıp 70 milyona ulaştı. Bütün bu sorunlarla mücadele etmeye kararlı bir irade de gözükmüyor, ne ulusal ne de uluslararası düzeyde. Sorunlar sadece çetrefilleşmekle kalmıyor, akutlaşıyor ve her geçen gün mücadele etmesi zorlaşıyor.
Böylesine karamsar bir dönemde, popülist liderler gerçekçi olmasa da en azından bir çözüm önerisi sunuyorlar; kısa ve acısız.
Brexit’te, İngiltere’nin globalleşmiş, dünyaya entegre olmuş kesimleri ve İskoçlar “evet” derken; kırsal kesimdeki yaşlılar ve emeklilik maaşları yetişmeyen işçiler “hayır” dediler. Le Pen, oyunu genç işsizliğinin fazla olduğu bölgelerde arttırdı, dünya metropolü Paris’i kaybederken. Trump, zaferini “Pas Kuşağı” adı verilen, eskinin sanayi kentlerinde ve orta Batı’nın uçsuz bucaksız topraklarında yaşayanlara borçlu, seçim sadece California ve New York’ta yapılsaydı, Clinton başkandı bugün.
Hemen her popülist zaferin ardında bir “kaybedenler” grubu, bir “hoşnutsuzlar” segmenti bulunuyor. Ve geçtiğimiz günlerin “popülizm” karşıtı zaferleri, kaybedenleri kazandığı için değil; kaybedenlere karşı bir cephe oluşturmayı başardığı için ortaya çıkabiliyorlar.
İletişimci diliyle konuşursak, “bunu istediği için değil; onu istemediği için” oy verenlerden, kerhen oy alabiliyorlar. Saydığımız sorunlara, sahici, yapılabilir bir çözümleri olduğu için değil; “öteki” çözümün iticiliğinden iktidara gelebiliyorlar. Popülist dilin böldüğü ve kutuplaştırdığı cephelerden yararlanıyorlar kısaca.
Bu zaferler kalıcı olur mu? Sorunlar kalıcı olduğu sürece zaferler de kalıcı olmaz. Sorunların acilliğinin farkında bir seçmen kitlesinin geçici desteğini kazanmak mümkün; ancak sorunları çözmeden, sadece Popülizm-karşıtı bir popülist dil ile elde edilen zaferler, ancak ötekinin daha büyük bir zaferine yol açabilir. Macron başaramazsa; Le Pen kazanır.
Çok beğenilen Kanada Başbakanı Trudeau, seçimden bu yana söz verdiklerinin yüzde 20’sini başarmış, yüzde 27’si üzerinde de çalışıyormuş. Popülaritesi yüzde 56, gençler, zenginler ve üniversite mezunları arasında daha popüler. Trump’ın bile popülaritesinin bile yüzde 40 olduğu -kendi partisinde yüzde 84- göz önünde tutulursa, büyük bir başarı sayılmaz değil mi?