Her ne kadar ilk bakışta farklı gözükse de, futbol yöneticiliği de, siyasetçilik de bir iletişim meselesidir. Top çizgiyi geçmese de başarılı olabilirsiniz, ülkeye kıtlık girse de iktidarda kalabilirsiniz. Neticede her zaman heykelinizi dikebilir, adınızı stadyumlara verebilirler; sadece sizin kadar başarılı başka bir yönetici gelirse ilk yapacağı şey heykelinizi yıkmak, stadyumdan adınızı silmek olur.
Bir ülkeyi yönetmekten daha zor tek şey, bir futbol kulübünü yönetmek olsa gerek. Tabii ki, ülkeyi kötü yönetirseniz daha çok kişiye daha çok zarar verirsiniz ama bu durumla karşılaşan yöneticilerin bedelini ödedikleri pek görülmemiştir. Ama bir futbol kulübünü kötü yönetirseniz, bir de bu kulüp “büyüklerden” biriyse, bir stadyum dolusu insan sizin isminizi hiç hoş olmayan şekilde anabilir, bunu da kimse pek istemez herhalde.
Kanımca, bir futbol kulübünde bütün hatalara karşın iktidarda kalabilmek, bir ülkede iktidarda kalabilmekten daha fazla maharet ister, çünkü top çizgiyi geçmediği anda başarısızlığın bedelini ödemeye çağrılırsınız; oysa bütün iktisadi/siyasi başarısızlıkları sırtlarına yükleyebileceğiniz günah keçilerini bulmak siyaset meydanında çok kolaydır. Her zaman suçu atabileceğiniz dış ve iç düşmanlar, uluslararası komplocular bulunur ve diğer ülkelerden daha başarılı olduğunuzu söyleyebilirsiniz. Futbolda bunlar olmayacağından, başarısızlığın faturası hızla birilerine kesilir.
Bazen iyi siyasetçilerin, futbol kulüplerini de iyi yöneteceği söylenir, bence tam tersine, bir yerde bir kulübü iyi yönetmiş birisi varsa tez elden elini taşın altına koymalı ve siyasete soyunmalıdır. Ülkenin yönetimine taliplerin de staj için futbol kulüplerinde vakit geçirmelerinde yarar bulunur, neyi başaramadıklarını çok hızla öğrenirler.
Futbol ve siyaset arasındaki farklılıkları bir kenara bırakalım, ortaklıklara odaklanalım ki her iki alanda da kariyer umanlara bir yararımız dokunsun. En önemli ortaklık, müşteri ya da hedef kitlededir. “Ülkenin müşterisi olur mu?” demeyin, futbolun müşterisi nasıl taraftarsa, ülkenin müşterisi de vatandaştır. Futbolda ana iş hedefi taraftarı mutlu etmekse -40 bin kişilik stadyumdan çıkabilecek sesi hatırlayın- ülke yönetiminin iş hedefi de vatandaşları mutlu etmektir.
Tabii taraftar irili ufaklı kupalarla ve ezeli rakibin karşısında alınacak açık farklı galibiyetlerle mutlu olabilirken, vatandaşın mutluluğu -ya da esenliği diyelim- daha çok boyutlu, daha karmaşıktır. İşin içine para -kişi başına düşen milli hasıla-da girebilir, iyi olma hali diyeceğimiz sağlık, eğitim ve benzeri alanlarda hak ettiği olanaklara kavuşmak da dahil olabilir. Ama sonuçta, her ikisi de mutlu olup olmamaya bakar.
Peki, bu taraftar ya da müşteri mutlu olmanın karşılığında ne verir? Taraftar maça gelir, ürün satın alır, televizyondan maç seyreder. İngiltere liginde iyi bir taraftar yılda ortalama 1200 Pound, yani yaklaşık 6000 TL harcıyormuş. Elde karşılaştırılabilir bir rakam yok ama, bir anket çalışması taraftarların sadece yüzde 10’unun yılda 1000 TL ve üzerinde bir harcama yaptığını gösteriyor. Aynı anket çalışması yılda 100 TL ve altı harcama yapan -yani sadece bir forma almakla yetinen- taraftar oranının yüzde 55 olduğunu gösteriyor. “Üç Büyükler” adı verilen takımlarda bu rakam ne kadar fazla olursa olsun, koca kulüplerin taraftardan gelen üç beş kuruşla geçinmediği aşikar. Dört büyük kulübün toplam gelirleri arasında gişe gelirlerinin toplam gelirleri içinde yüzde 18’lik bir oranda kalıyor, “mer chandising” gelirleriyse daha da sınırlı. Yani taraftardan kulübe gelen gelir, harcamalara kıyasla devede kulak…Türkiye’de doğrudan vergiler toplam vergi gelirinin dörtte biri, geri kalanını ÖTV, KDV ve benzeri dolaylı vergiler oluşturuyor. Taraftar gibi, vatandaş da masraflara katılmakta çok bonkör değil, ama bu beklentilerini değiştirmiyor.
Eğer parayı müşteriden kazanmayacaksa, yönetici kimden kazanacak? Futbol yöneticisi için naklen yayın şirketi -Digiturk-, sponsor şirketler, Türkiye Futbol Federasyonu, UEFA vb. gibi paydaşlar ana gelir kalemini oluşturuyor. Yönetici bu paydaşlarla iyi geçinecek ki, onlar da ellerini ceplerine atsınlar. Bu paydaşların her birinin farklı öncelikleri, farklı iş hedefleri ve farklı beklentileri olduğundan; ince bir ipin üzerinde yürür gibi bu paydaşları memnun etmek gerekiyor.
Öte yandan, devlet de harcayacağı parayı diğer ülkelerden, uluslararası kurumlardan, ulusötesi ve çok uluslu şirketlerden kazanmak zorunda; yine farklı çıkarları ve beklentileri olan bu paydaşların memnuniyeti göz ardı edilecek gibi değil. Tabii ki, bazı paydaşlara daha yakın durmak, bazılarından uzaklaşmak mümkün. Ama bunu ülke yönetirken yaparsanız kolaylıkla açıklarsınız -“ebedi düşman/ebedi dost”- diyerek, ama futbolda böyle bir riskli adımı kim atabilir bilmiyorum. Bu açıdan futbol yöneticisi, politikacıya kıyasla çok daha uzlaşmacı ve kalpleri kazanmaya daha açık olmalı.
Uğraşılması gerekenler sadece bu paydaşlar değil, bir de dolaylı/etkileyici paydaşlar var. Futbol için basın, futbolcular ve hakem camiası sayabiliriz. Bu paydaşların hepsinin kalbini kazanmak zorunda değilsiniz ama sizi severlerse işiniz çok daha kolay olabilir. Markanız pırıl pırıl parlar, futbolcular sizde oynamak için can atarlar ve bazen de ofsaytlar görülmeyebilir. Siyasetçi de ülkesinin uluslararası imajıyla uğraşmak, uluslararası medyayla iyi geçinmek, diğer kamuoylarına hoş görünmek kaygısı taşır. Yine de bu dış aktörlerle didişmek söz konusu olduğunda siyasetçi futbol yöneticisine kıyasla çok daha avantajlıdır, realist paradigmaya sığınıp cümle düveli düşman ilan etmek mümkündür, artan maliyetleri de retorikle ikame edebilirsiniz. Futbol yöneticisi bunu bir yere kadar yapabilir, ama maliyeti bir yerden sonra kendisi karşılamak zorunda kalacaktır.
Tabii her iki mesleğin de sayısız avantajı bulunur: Öncelikle müşterileriniz bir yere gidemezler. Olanağı olan vatandaşların yönetiminden memnun olmadıkları ülkeyi terk etme şansları belki bulunur, buna da “Voting by Foot” denir, ancak bunu yüz kişiden kaçı yapar, yapabilir; soru işareti. Öte yandan takımını terk edip giden taraftara pek rastlanmaz, hoş gözle de bakılmaz. O yüzden “çıkış” yolu kapalıysa, müşteri size kilitlendiyse, hareket alanınız oldukça geniş olabilir.
Bir de her iki örnekte de müşterinin duygusal yatırımı fazlaysa, yani uğruna savaşmış/dövüşmüş, deplasmanlara gitmiş ve diğeriyle duvarı sayısız nedenle yükseltmişse -Pazartesi sabahı dalga geçtiğiniz meslektaşınızı hatırlayın-, gitmenin maliyeti o kadar artar ki, siyasetçi/yönetici hiç kimseye nasip olmayacak bir manevra kabiliyetine sahip olabilir. Bu da kuyruğu sıkışan siyasetçinin neden savaş çıkardığını, yöneticinin neden rakibe sataştığını açıklıyor.
Bu işlerin başka bir avantajı da kendi kulübünüz içinde de saflar oluşturabilme fırsatına sahip olmanızdır. Taraftarları ya da kulüp üyelerini kutuplaştırmak, neredeyse birbirine düşman saflar oluşturmak mümkündür. Hele bu saflar arasındaki duvarları yüksek tutar, uçurumları her fırsatta genişletirseniz; o zaman gerçeklik yerini “post-truth”a bırakır; bir kamp siz ne yaparsanız yapın alkışlarken, diğer yuhaladığından kendinizi başarılı addedebilirsiniz. Bunu siyaseten yapmanın daha kolay olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Bir marka yöneticisinin asla aklına bile gelmeyecek ve aslında gelse bile yapamayacağı bir iştir bu.
Her ne kadar ilk bakışta farklı gözükse de, futbol yöneticiliği de, siyasetçilik de bir iletişim meselesidir. Gününüzün büyük bir kısmını bahsettiğim paydaşlarla iletişime girerek, gerçekliği bükerek ve iktidarınızı ebedi kılmaya uğraşarak geçirirsiniz. Top çizgiyi geçmese de başarılı olabilirsiniz, ülkeye kıtlık girse de iktidarda kalabilirsiniz. Yeter ki gerçeği inşa edebilmeyi, inşa ettiğiniz gerçeği de paydaşlarınıza satmayı başarın… Neticede her zaman heykelinizi dikebilir, adınızı stadyumlara verebilirler; sadece sizin kadar başarılı başka bir yönetici gelirse ilk yapacağı şey heykelinizi yıkmak, stadyumdan adınızı silmek olur.