Futbol bireylerin anlık ya da düşünülmüş kararlarının üzerinde yükselen bir oyun. Teknik direktörün taktik tercihlerinden, oyuncuların maç içindeki seçimlerine kadar oyunun her unsuru bireysel kararların birer sonucu. Dolayısıyla hata yapmaya eğilimli olduğumuzu kabul etmemiz, bu hataların neler olabileceğini öğrenmemiz ve bu hatalara karşı tedbirli olmamız; oyunu daha güzel oynamamıza yol açabilir…
Futbolun sadece İngilizlerin kendi aralarında oynadıkları oyun olmaktan çıkıp, küresel bir salgına dönüşmesiyle; Sanayi Devrimi’nin en kritik aşamalarından birinin aynı anda gerçekleşmesi bir rastlantı değil. 1863 yılında İngiliz Futbol Federasyonu The Football Association kurulurken, kendi halinde bir mühendis olan Frederick Winslow Taylor da elinde saat ileride kendi adıyla anılacak yönetim biçimini keşfetmekle meşguldü. FA kurucuları o güne kadar düzensiz bir şekilde, mahalle aralarında boş arsalarda oynanan futbolu düzenlemeyi ve kurallara bağlamayı amaçlıyorlardı. FA’yi günümüz FIFA’sının babası sayılacak International Football Association Board (IFAB-Uluslararası Futbol Birliği Yönetimi) gibi uluslararası kuruluşların kurulması (1886) ve ilk futbol liginin hayata geçmesi (1888) izledi. Futbol boş zaman eğlencesi olmaktan çıkıp kurumlaşırken, başta teknik direktör olmak üzere futbolun yönetimsel yapısı da yavaşça hayata geçiyordu.
Aynı dönemde, meraklı bir mühendis olan Taylor da, tıpkı mahalle aralarında oynanan futbola benzeyen bir biçimde üretim yapan fabrikalarda çalışmaktaydı. Her ne kadar dönemin İngilteresi sanayi üretimi açısından benzersiz bir liderlik sergilese de, fabrikalar günümüzün düzenli fabrikalarından çok, bir araya gelmiş atölyelerden oluşuyordu. Nasıl dönem futbolunun kuralsızlığı oyunun keyfini kaçırıyorsa; fabrikalardaki üretimin düzensizliği de karlılığı düşürüp müteşebbislerin canını sıkıyordu. Taylor, kişisel gözlemleriyle üretimin bir iş bölümü içerisinde yapılmasının, herkesin her şeyi yapmasından daha “etkin” olduğu kanısındaydı. Dolayısıyla, herhangi bir fabrikada yapılması gereken, üretim sürecinin anlamlı parçalara bölünmesi ve her işçinin/bölümün üretiminin belli bir parçasından sorumlu hale gelmesiydi. Taylor’ın 1890’lardan itibaren yazdığı kitaplar daha sonra “Bilimsel Yönetim” adı verilecek yönetim biçiminin doğuşuna yol açtı. Bu bakış açısında üretimin etkin hale gelmesi çalışanların iş bölümü yapmasından geçmekteydi. İş bölümü çerçevesinde işçiler en yetenekli oldukları işlerde uzmanlaşır ve üretimin sadece bir parçasına odaklanırken; üretimin koordine edilmesi ve her işçinin ürettiği parçaların bir otomobile dönüşebilmesi de için yöneticilerin devreye girmesi gerekmekteydi. Taylor’ın ismine hitaben Taylorizm de adı verilen bu üretim biçimi, otomobil üreticisi Henry Ford’un ismiyle anılacak kitlesel üretim biçiminin (Fordizm) yanı sıra modern dev şirketlerin ve o şirketlere yön verecek yönetici sınıflarının doğuşunu da sağladı. Taylor’ın düşüncelerinin etkisi yayılırken, futbol oyunu da kendiliğinden dönüşmekteydi. Herkesin bir topun peşinde koştuğu oyun biçimi yerini oyuncuların kendilerine ait görevlere sahip olduğu bir işbölümüne bırakmıştı. Tıpkı Taylor’ın tek bir konuda uzmanlaşan yetenekli işçileri gibi; futbolcular da yetenekli oldukları alanlarda uzmanlaşıyor ve fabrikalarda gördüğümüz işbölümü anlayışı futbol sahasında da görülmeye başlanıyordu. Futbolcuların sadece kendi görevlerinden sorumlu oldukları bu yapı, futbolda da yönetici sınıfların doğmasını sağlamaktaydı. Oyunun tamamını görecek ve yönlendirecek teknik direktörden, futbol kulüplerinin karlı ve etkin işletmeler olarak faaliyet göstermesini gözetecek yöneticilere kadar geniş bir alanda bugün olsa “beyaz yakalı” olarak adlandıracağımız bir yönetici sınıfı ortaya çıkmıştı. Etkinlik/karlılık kaygısı fabrikalarda olduğu kadar, futbol sahalarında da en önemli faktörlerden biri haline gelmişti.
Dünyanın gördüğü en önemli üretim kapasitesi artışını sağlayan Taylor’ın fabrikalarıyla, hızla küresel bir hastalık haline gelen futbol arasındaki bu ortaklık sadece işleyiş biçimiyle sınırlı kalmamaktaydı. Taylor’un dünyasının en önemli unsurlarından biri “akılcı” insandı. “Bir bireyin/ aktörün/kurumun amacına giderken en iyi yolları seçebileceğini” varsayan bu yaklaşımın en basit halinde insanlar/kurumlar kendi çıkarlarının nerede bulunduğunu bilen, çıkarlarına ulaşabilecek en az maliyetli yolları teşhis edebilen ve en az zararla en çok faydayı kendisine sağlayabilen aktörler olarak tanımlanır. Gazeteci/yazar Ege Cansen’in aktarımıyla kasıt kelimesinden gelen iktisadi davranış, rasyonel/akılcı davranış anlamına gelir. Bu basit varsayım Herbert Simon gibi Nobel kazanmış iktisatçıların katkılarıyla daha gerçekçi ve zarif bir hale dönüşür. Simon’ın akılcı insanı/aktörü kararlarını alırken dünyadaki bütün bilgilere erişmediğini bilir, dolayısıyla sınırlı bilgiyle karar verdiğinin bilincinde “maksimalist” değil, “yetinmeci” kararlar alır. Taylor’ın “bilimsel yönetim” devrimine aynı zamanda “akılcı devrim” denmesi, hatta çok uzun süre “işletmelerin akılcılaştırılması” gibi tanımların iş hayatı jargonunda bulunması akılcılık varsayımının bu anlayışta ne kadar önemli bir yer aldığını gösterir. Taylor’la aynı dönemde yaşamış büyük toplumbilimci Max Weber’in modern devlet aygıtını “akılcı bürokrasi” olarak tanımladığını akılda tutmak gerekir. Weber’in akılcı bürokrasisi modern çağın gereksinimlerini en iyi şekilde karşılayan dev bir akılcı organizasyon olarak ortaya çıkar. Weber’in bu kurumu geleneksel ve karizmatik otorite kaynaklarıyla beraber “yasal-akılcı” otorite olarak üç otorite kaynağından birini oluşturur.
Weber 1922 yılında “İktisat ve Toplum” kitabını yayınlarken, futbol da kendi akılcılaşma sürecini yaşamaktaydı. Saha içinde ve dışında işbölümü gerektiği anlayışı yerleşmiş, futbol takımlarının teknik direktörden başlayan “akılcı bürokrasisi” kurulmuş ve FIFA 1924 Olimpiyat Oyunları ve 1930 Dünya Kupası gibi uluslararası turnuvaları organize etmeye başlamıştı. Türkiye’de futbol kulüplerini ilk defa bir araya getiren, atası Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı olan Türkiye Futbol Federasyonu’nun 1923 yılında kurulması ve ilk başkanının spor yöneticisi kariyerine sahip Yusuf Ziya Öniş olması da Akılcılık Devrimi’nin yayılma hızını gösterir. Günümüzün “sanayileşmiş” futbolunun Taylor’ın ve Weber’in devrimlerinden ne kadar etkilendiği kolaylıkla görülebilir. Artık futbol, 11 kişilik takımlar arasında değil; kendi içinde dev bir bürokrasiye sahip, bir kısmı borsada hisseleri alınıp satılan girişimler arasında oynanıyor. Dünya’nın en değerli futbol takımı Manchester United’ın yıllık cirosu 400 milyon Avro’nun üzerinde ve 600’ün üzerinde çalışanı var. Ülkemizin önde gelen futbol takımlarının bağlı oldukları Sportif AŞ’lerin de çalışan sayısı 600 civarında, ciroları da yaklaşık 100 milyon Avro. Bu kadar büyük bir sanayinin Taylor’ın akılcı devriminden payını almaması beklenemezdi. Başka bir yazının konusu olmakla beraber, Türkiye’de futbol kulüplerinin “akılcılaşma” sürecinin devam ettiğini söyleyebiliriz.
Geleneksel iktisadın çıkarını kovalayan akılcı “homo-economicus”un ne kadar gerçekçi bir varsayım olduğu bugünlerde yoğun bir tartışma konusu. Özellikle 2008 Ekonomik Krizi sürecinde gerek bireylerin, gerekse de kurumların Cansen’in tanımıyla iktisadi davranmadıklarının aşikar olması, konunun uzmanlarını gayri-akılcı davranışların kökenini sorgulamaya yöneltti. Aslında bu çaba çok daha erken bir dönemde başlamıştı ancak 1970’lerin taviz vermeyen liberal iktisat yazınında fazla bir yer alamamıştı. 2001 yılında Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan psikolog Kahnemann ve müteveffa arkadaşı psikolog Tversky, “Beklenti Kuramı” adını verdikleri yaklaşımlarını daha 1970’lerde yaptıkları çalışmalarda geliştirmiş, kurama adını da 1979 yılında vermişlerdi. “Beklenti Kuramı” başlıklı/içerikli akademik yayın sayısının 1970–1990 arasında 80 binken, 1991–2013 arasında 400 bini aşması yaklaşımın ne kadar hızlı yayıldığının iyi göstergesi. Sadece son 5 yılda 100 binden fazla “Beklenti Kuramı” içerikli yayın yapıldı. Kahnemann ve Tversky’nin geleneksel iktisadı bu denli sarsan kuramları aslında çok basit bir tespite dayanır. Geleneksel iktisadi aklın “homo economicus”u kazançlar ve kayıplar arasında bir fark göz etmez. 5 birimlik kazancın vereceği haz ile 5 birimlik kaybın vereceği üzüntü denktir, dolayısıyla 5 birimlik üzüntü veren ama 6 birimlik kazanç sağlayan bir iş yaptığınızda, kara geçersiniz. Kahnemann ve Tversky yaptıkları çok sayıda deneyle insanların hiç de böyle düşünmediklerini gösterdiler. Örneğin insanlara yüzde 80 olasılıkla 4000 TL kazanmak ya da kesin olarak 3000 TL kazanmak arasında tercih yapmaları istendiğinde, tercihleri kesin kazançtan yana oluyor. Tam karşıt örnekteyse, yüzde 80 olasılıkla 4000 TL kaybetmekle kesin olarak 3000 TL kaybetme arasında bir tercih yapılması gerektiğinde kesin kayıp yerine, olasılıklı seçenek tercih ediliyor. Özetle insanlar kazançlar alanında riskten kaçarken, kayıplar alanında riske karşı olumlu bir tutum sergiliyor, dolayısıyla 4000 TL kazanmakla, 4000 TL kaybetmek aynı duygusal yarar/zararı taşımıyorlar. Yazarlar bireylerin alternatifleri değerlendirirken alternatiflerin getirileriyle olasılıklarının çarpımlarından oluşan Fayda Fonksiyonu yerine kayıp/kazanç ve düşük/yüksek olasılıkları bir arada kullandıklarını söylerler. Eğer olasılık yüksekse, insanlar kazançlar alanında riske karşı tedbirli, kayıplar alanındaysa daha riske açık davranırlar. Düşük olasılıkların söz konusu olduğu durumlarda, kazanç alanında daha fazla risk alınırken, kayıp alanında riske karşı tedbirli tercihler yapılır. Bu durumda Beklenti Kuramı bireylerin tercihlerini muhtemel kazanç/kayıplara göre değil, olasılıkların nasıl sunulduğuna bağlı yaptıklarını öne sürer.
Bu konuda verilecek örneklerin sayısı neredeyse sınırsız olmakla birlikte, şu tipik örnek Beklenti Kuramının nasıl çalıştığını çok güzel gösteriyor. Diyelim ülkemiz 600 kişinin öleceği öngörülen salgın bir hastalıkla karşı karşıya. Siz de bu konudaki karar vericilerden birisiniz. İki tedavi programından birini seçeceksiniz. A programında 200 kişi kesinlikle kurtulurken B programı uygulanırsa 1/3 olasılıkla 600 kişi kurtulacak 2/3 olasılıkla kimse kurtulmayacak. Bu durumda genelde bireyler çoğunlukla A programını seçerler. Bir de sorunu şu şekilde sunduğumuzu düşünelim: Yine iki programdan birini seçeceksiniz. C programı uygulanırsa 400 kişi ölürken, D Programı uygulanırsa 1/3 olasılıkla kimse ölmeyecek, 2/3 olasılılıkla 600 kişi ölecek. Bu alternatifte de çoğunlukla D programı C’ye tercih edilir. Biraz dikkatli bir bakış aslında A programının C’yle; B programının D’yle özdeş olduğunu gösterir. Bireyler, “homoeconomicus”un tam tersine kararlarını verirken seçeneklerin nesnel sonuçlarını değil, nasıl sunulduklarını önemsemiş ve kazançlarda kesinliği, kayıplarda riski göze almışlar.
Kahnemann’a Nobel Ekonomi Ödülü’nü getiren -Tversky vefat etmemiş olsaydı o da alacaktı- bu kuramsal açılım önce Davranışsal Finans, sonra da Davranışsal Ekonomi disiplinlerinin gelişmesini sağladı. Bu çalışmalar sayesinde iktisatçıların ilgi odağı ülkelerden bireylere yönelirken, psikoloji ve nörobilim de iktisadi jargonu belirlemeye başladı. “Beklenti Kuramı” takipçilerinin yöntem olarak matematik formüllerinden çok deneysel çalışmaları tercih ettiklerini de söyleyelim
Bireylerin “gayri-akılcı” davranışlarının nedenleri üzerine çok sayıda açıklama var. Bu açıklamalar bir milyon yıl önceki atalarımızın davranışlarından aldığımız mirastan, beynimizin ve hormonlarımızın çalışma biçimine kadar uzanıyor. Ancak anlaşılması en kolay olan yaklaşım, insanların düşünürken/davranırken iki farklı sistemi kullandıklarını söyleyen İki Sistem yaklaşımı. Otomatik Sistem adı verilen 1.Sistem kendiliğinden, çaba göstermemize gerek bırakmadan harekete geçen ve kontrol edemediğimiz bir yargılama biçimi. “Reflektif” Sistem adı da verilen 2. Sistem ise daha bilinçli olarak kontrol edilen, hesaplama gerektiren, enerji tüketen ve yavaş bir sistem. Kahnemann’ın son kitabında adlandırdığı gibi 1.Sisteme HIZLI, 2.Sisteme ise YAVAŞ sistem adı verebiliriz. Bir odada gaz kokusu olduğunu fark etmemiz için 2.Sistemi devreye sokup düşünüp taşınmamız gerekmez. Ama gaz kokusunun kaynağını bulmamız ve daha önemlisi hangi telefonu aramamız gerektiğini ancak 2. Sistemle yapabiliriz. Örneğin 34 derece sıcaklıktan bahsettiğimizde bunun sıcak olduğunu otomatik olarak biliriz ancak ölçüm biriminin Fahrenheit olduğunu söylersem, ya hesap yapmamız ya da Google’a başvurmamız gerekir. Anadilimizi konuşurken 1.Sistem, yabancı bir dili konuşurken ise 2.Sistem devreye girer. Zihinbilimciler 1.Sistemin beynimizin diğer canlılarda da gelişmiş olan eski kısımlarıyla ilişkili olduğunu söylüyorlar. Ancak 2.Sistem, insan beynini diğer canlı beyinlerinden farklı kılan gelişmiş “neocortex” ile daha fazla ilişkili. Vahşi yaşamda var olabilmek bizi tehditlere karşı tetikte tutan 1.Sistemin iyi çalışmasına bağlıyken, gelişmiş bir medeniyet kurabilmemiz de 2.Sistemin performansının bir sonucu. İki farklı bilişsel sistemin bir arada var olduğunu kabul etmemiz, Kahnemann ve Tversky’nin çok erken dönemde gösterdiği düşünsel hataları ve gayri-akılcı davranışları neden yaptığımızı açıklıyor. Kendiliğinden harekete geçen 1. Sistem hızlı sonuçlar çıkarmamızı sağlarken, daha tembel ve daha fazla enerji tüketen 2.Sistem daha yavaş kalır. Dolayısıyla herhangi bir karar alma sürecine girdiğimizde 1.Sistemin sağladığı kolaylıklarla 2.Sistemin analitik doğruluğu arasında bir çatışma yaşanması kaçınılmaz olur. Bu çatışmaları azaltmak amacıyla “kısa yollar” (heuristics) adını verdiğimiz bir takım araçlar geliştirmiş durumdayız ve düşünsel hatalarımızın büyük bir kısmı da bu kısa yolları kullanmamızdan kaynaklanıyor. Bir karar vermemiz gerektiğinde 2. Sistemi devreye sokmak yerine kısa yollardan yararlanmak yaşamı biz insanlar için çok daha konforlu bir hale getiriyor ve hata yapmamızı da kaçınılmaz kılıyor.
Taylor’ın elinde saatiyle aradığı kuramsal “akılcı” insan bu resmin neresinde duruyor? Kahnemann, Tversky ve Thaler gibi büyük ustaların modern bilimin araçlarını da kullanarak bize öğrettiklerinden yola çıkarak; bilimsel devrimin kilit taşı “akılcı” insanın tamamen 2.Sistemle donanımlanmış bir canlı olduğunu söyleyebiliriz. Çıkarının ne olduğunu, bu çıkarlara nasıl ulaşabileceğini bilen; kazanç ve zarar olasılıklarını nesnel olarak değerlendirebilen, “yetinmeci” bile olsa elindeki verilerden yola çıkarak akıl yürütebilen “akılcı” insanın sadece 2.Sistemi kullanarak karar vermesi ve hızlı düşünmenin sürükleyebileceği hatalara karşı bağışıklık sahibi olması gerekir. Bu tür bir insanın da yaşamını sürdürebilmiş olması tam bir mucizedir. Neden mi? İnsan beyni vücut ağırlığının sadece yüzde 2’sini oluşturmasına karşın dinlenme anındaki metabolizma tüketiminin de yüzde 20’sini -saatte 11 kaloriüstlenir. Sistematik düşünme gerektiren çabalarda bu enerji tüketiminin çok daha arttığı göz önünde tutulursa 2. Sistemin tam bir enerji kara deliği olduğunu söyleyebiliriz. ÖSS türü sınavlardan çıktığınızda ya da daha sonra öğrendiğiniz bir dilde sunum yaptıktan sonra kendinizi ne kadar yorgun hissettiğinizi bir düşünün. Bunun sebebi 2. Sistemin yoğun çalışmasından kaynaklanan “beyin yorgunluğu”. Keza, uzun süre aç kaldığınızda karar vermekte zorlanmanızın sebebi de 2. Sistemin tüketebileceği kadar enerjinin bulunamaması. Eğer geleneksel iktisadın öngördüğü “akılcı” insan türü tarihin bir döneminde var olmuş olsa bile, muhtemelen 2. Sistemin ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlayamayacağından çoktan soyu tükenen canlılar arasına karışmıştır. Bu bakış açısıyla “akılcı” davranmanın insanoğlunun soyunun sürebilmesi açısından “akılcı” bir tercih olduğunu söyleyebiliriz. İktisatçıların öngördükleri kadar akılcı olmayarak, yaşamımızı sürdürebiliyoruz; ancak hata da yapıyoruz. Kısa yollar, yanlı ve hatalı kararlarımız yaşamın kaçınılmaz unsurları olarak önümüze çıkıyor. Kurumların bu tür tuzakları aştığı söylenebilir, aşıp aşmadıkları sosyal psikolojiye sık sık başvuracağımız bir başka yazının konusu. Ama yukarıda anlattığımız “akılcı” sistemin kilittaşı olarak hata yapmaya doğuştan eğilimliyiz, bunu kabullenmemiz gerekiyor. “Akılcılaşan” futbolda bu tür hatalarımızın bedelleri çok daha yüksek olabilir. Taylor’ın ruhu ne kadar stadyumlarda ve antrenman tesislerinde dolaşsa da; futbol eninde sonunda bireylerin anlık ya da düşünülmüş kararlarının üzerinde yükselen bir oyun. Teknik direktörün taktik tercihlerinden, kalecinin degajına; frikik atışlarından, rövaşata atma girişimine kadar oyunun her unsuru bireysel kararların birer sonucu. Dolayısıyla hata yapmaya eğilimli olduğumuzu kabul etmemiz, bu hataların neler olabileceğini öğrenmemiz ve bu hatalara karşı tedbirli olmamız; oyunumuzu daha iktisadi olmasa bile, daha güzel oynamamıza yol açabilir.
Futbol Gelişim Bülteni, 8, 2013
http://www.tff.org/Resources/FutbolGelisimBulteni/8/files/assets/basic-html/page39.html