Türkiye’nin 2019 Ekim ayında başlatmış olduğu “Barış Pınarı” Harekatı, sebepleri ve sonuçlarıyla çok tartışılacağa benzer. 21 Ekim 2019 itibariyle harekat sona ermiş olmadığı gibi şu ana kadar kimin kazançlı çıktığı ya da kaybettiği de bilinmez. Konuya hangi gözlükle hangi coğrafyadan baktığınız, hangi sonuçları arzulayıp hangilerini yok saydığınız; analizlerinizi de kökten etkilemekte ve bırakın biz sıradan insanları, konunun uzman geçinenler arasında bir görüş birliğine varılmış değil. Pilav ya da çorba, bu yemek daha çok su kaldırır gibi.
Harekatın ne getirip ne götürdüğünü tartışanlar mebzul miktarda, bu spekülatif didişmeyi onlara bırakalım; mazruftan ziyade zarfa bakalım. Reelpolitikçiler ve onların öğrencileri olan tarihçiler şu on güne sıkışanları sakız gibi uzatarak ileride yazacaklardır kesin, çocuklarımız da onlardan öğrenirler. Ancak bugünlerin bize verdiği önemli derslerden biri, diplomasinin değişen dili ve bu dile uyum sağlamaktaki güçlüklerimiz.
ABD Başkanı Donald Trump’ın seçilmesiyle uluslararası politikanın ve diplomasinin lisanında kökten bir değişim olduğu kesin. Trump dönemi tarihte geleneksel diplomasi dilinin yerini bambaşka bir lehçeye bıraktığı bir dönem olarak bilinecek, sosyal medyanın özellikle de Twitter’ın ana mecra olduğu bir lehçeye. Başkan, seçilmeden önce de Twitter’ı aktif olarak kullanan bir siyasi liderdi, seçildikten sonra da daha da dozunu arttırmışa benzer, bugüne kadar 45 bin tweet atmış. Obama’nın toplam tweet sayısı 16 bin civarında, Trudeau 26 bin, Macron 8 bin 500, Johnson 2 bin 400 ve Recep Tayyip Erdoğan 6 bin 300. Putin’in kendi hesabı yok, onun yerine “President of Russia” hesabını kullanıyor, toplam 7 bin 300 “tweet”i var. Yani Trump, kendi klasmanındaki bütün liderlerden daha fazla Twitter kullanıyor, en yakın rakibini 6’ya katlamış durumda.
Trump’ın sosyal medya, özellikle de Twitter kullanımındaki fark sadece niceliksel değil, nitelikten de kaynaklanıyor. Trump’ın “tweet”lerini analiz edenler bazı ortak noktaları kolaylıkla gözlemlemişler: Trump, Twitter’ı diyalog yerine monolog amaçlı kullanmayı tercih ediyor, büyük harfleri sıklıkla kullanıyor ve kızgın bir tonla konuştuğu söylenebilir. Metinleri sayılar ya da “gerçekler” yerine daha çok kanaatlere dayanmakta. Hem kendi günlük faaliyetlerine hem de ailesinin başarılarına bol bol yer veriyor. Bunların yanı sıra muhataplarıyla yazışırken enformel bir biçimi tercih ediyor, takipçilerine sık sık akıl veren bir role soyunuyor. Trump’ın mesajlarının önemli bir kısmı kendisini desteklemeyen medya kuruluşlarına ya da siyasetçilere saldırıları içeriyor, bu siyasetçilere saldırırken de Cumhuriyetçi ya da Demokrat olması fark etmiyor, hatta Cumhuriyetçilerin Trump’ın şefkatinden daha fazla nasiplendiğini söyleyebiliriz. Tabii, Trump kendisini destekleyenleri de övmekten geri kalmıyor, diğerlerini dövdüğü kadar destekçilerini de övüyor. Bu arada siyaseten yaptıklarını, ziyaretlerini ve ziyaretçilerini de takipçilerine anlatıyor. Bu açıdan Trump’ın Twitter’ı yetkin bir biçimde kullandığını söyleyebiliriz.
Trump’ın Twitter söylemini daha karmaşık bir çerçevede inceleyen ünlü dilbilimci George Lakoff, Başkan’ın dört farklı stratejisi olduğunu söylüyor:
1. Önleyici Çerçeveleme: Trump, herhangi bir fikri herkesten önce çerçevelemek için bir tweet atar;
2. Dikkat Çelme: Trump, kamuoyunun dikkatini önemli konulardan uzaklaştırmak için tweet atar;
3. Ayırma: Trump, konuya değil mesajı taşıyana özellikle de “sahte haber” yaftasını yapıştıran bir tweet atar;
4. Deneme Balonu: Trump, herhangi bir konuda kamuoyunun reaksiyonunu önceden ölçmek için tweet atar.
Bu dörtlü taksonominin bazen iç içe geçtiğini, bazen de bir dizi halinde kullanıldığını söyleyebiliriz, zaman zaman bu dizgenin dışında da hareket ettiği olabiliyor.
Trump, Twitter’ı dış politika aracı olarak da yoğun bir biçimde kullanıyor. Harvard Üniversitesi, Trump’ı dünyanın Twitter’ı en etkili biçimde kullanan lider olarak konumlandırıyor, kullanım sıklığı ve etkileşim yüksekliği nedeniyle. Seyrek kullanıp da benzer bir etkileşime erişebilen iki ülke liderinin Suudi Arabistan Kralı ve Papa olması üzerinde düşünmeye değer. Venezuela ve Ekvador liderleri de çok konuşup bir etki yaratamayanlar arasında.
Tabii herkes Trump’ın Twitter kullanımına bu kadar övgüyle yaklaşmıyor. Özellikle ABD Dışişleri’nin bu “agresif ve kişisel iletişim” stratejisinden pek haz etmediği biliniyor. Bazı kaynaklara göre ABD Dışişleri Trump’ın “tweet” atarak Kuzey Kore, İran ve Çin konusundaki kazanımların tamamını tehlikeye attığı görüşünde, ama Başkan bu üç konuda da Dışişleri Bakanlığı’yla aynı fikirde değil, bilakis çok başarılı olduğunu düşünüyor.
Türkiye de Trump’ın Twitter diplomasisinden nasibini alan ülkeler arasında. Bunun ilk örneğini 2018 yılındaki Rahip Brunson krizinde gözlemledik. Öncelikle Nisan 2018’de, tam genel seçimler sonrasında Trump uzun süredir Türkiye’de hapiste tutulan Rahip Brunson’ın serbest bırakılmasına yönelik bir tweet atarak cepheyi açtı. Trump bu talebini 18 Temmuz 2018 tekrarladı. Bunu 26 Temmuz’da eğer Rahip Brunson serbest bırakılmazsa Türkiye’ye ağır yaptırımlar uygulanacağı tehdidini içeren bir tweet izledi. Trump, 10 Ağustos 2018’de Türkiye’ye alüminyum ve çelik ithalatına konacak ekstra gümrük vergilerini açıkladı ve “zayıf TL’nin güçlü ABD doları” karşında eridiğini söyledi. 12 Ekim 2018’de Rahip Brunson’ın serbest bırakılması için çok çalıştıklarını yazan Trump, aynı gün rahibin serbest bırakılacağını müjdeledi. Mahkemece serbest bırakılan Rahip Brunson 14 Ekim 2018’de Beyaz Saray’da Trump tarafından kabul edildi ve tabii ki Başkan bunu da Twitter’dan duyurdu ama önce belirtmekten geri kalmadı “Türkiye’yle Rahip Brunson’ın geri dönüşüyle herhangi bir anlaşma yapılmamıştır. Rehinelerle ilgili pazarlık yapmam”. Eğer Trump Twitter diplomasisiyle Rahip Brunson’ın geri dönmesini sağlamak istemişse; başarmışa benzer.
Trump, son dönemdeki Suriye politikasındaki değişikliğinin ipuçlarını 2018 Aralık ayında vermeye başladı. 22 Aralık 2018’de Suriye’de yeterince kaldıklarını ve IŞİD’in tamamıyla yenildiğini söyleyen Trump, bölgedeki “büyük” devletlerin sorumluluk alması gerektiğini vurguladı. 23 Aralık’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmesinden bahseden Başkan, Türkiye’yle işbirliğinin önemli olduğunu söyledi. 24 Aralık’ta Erdoğan’ın IŞİD’i temizlemeye söz verdiğini ileten Trump, birliklerin eve döneceği müjdesini de verdi. 13 Ocak 2019’da geri çekilmenin başladığını söyleyen Trump, Türkiye’yi tehdit etmekten de geri kalmıyordu: “Eğer Kürtlere saldırırsa Türkiye’yi ekonomik olarak mahvederiz!” ve ekliyordu “tabii Kürtler de Türkiye’yi tahrik etmemeli”. 14 Ocak 2019’da Erdoğan ile telefon konuşmasına referans veren Trump 20 millik güvenli bölgeyi kabul ettiğini vurgulayıp ekonomik ilişkileri geliştirmenin yararlarından dem vuruyordu. Türkiye, Suriye, Kürtler ya da IŞİD Ekim ayına kadar Trump’ın gündeminde yer almazken, 7 Ekim 2019’da Trump Suriye’den geri çekilme konusunu yeniden açıyordu. IŞİD tamamen yenilmişti, Kürtler’e çok fazla para akıtılmıştı ve onlar da zaten Türkiye’ye saldırıyorlardı. Avrupa kendi IŞİD savaşçılarını almak konusunda ayak sürüyordu. ABD bu sona ermeyen savaşta yer almak zorunda değildi. Bu sözleriyle Türkiye’nin bölgeye müdahalesine yeşil ışık yakan Trump muhtemelen kendi ülkesinden gelen reaksiyonlar sonucunda aynı gün Türkiye’ye uyarı ateşi açıyordu: “sınırları geçersen, bedelini ödersin”. 8 Ekim’de Trump Türkiye’nin önemli bir ticaret ortağı olduğunu unutanları uyarıyordu. Türkiye, F35’lere çelik üretmesinin yanısıra -ki bu konu başlı başına bir yazı meselesi- Idlib’te barışı sağlaması ve Rahip Brunson’ı serbest bırakması nedeniyle övülüyordu. Trump aynı gün Kürtleri de yalnız bırakmadıklarını bir kez daha vurguluyordu ve Türkiye bir kez daha ekonomik yaptırımlarla tehdit ediliyordu. 9 Ekim’de Trump Ortadoğu Bataklığı’na saplanmanın tarihteki en kötü karar olduğunu belirten bir tweet ile pozisyonunu bir kez daha gösterdi. 10 Ekim’de Türkiye ile Kürtler arasındaki gerilime odaklanan Trump, Türkiye’nin NATO üyesi olduğunu yeniden belirtirken, bu sonsuz savaşa müdahil olmayacağını ama Türkiye’yi ekonomik olarak mahvetmeye kudreti olduğunu da vurguladı. 13 Ekim’de ABD’nin Türkiye’ye karşı askeri bir harekatta bulunmayacağını belirten Trump, muhalif senatörlerle yaptığı görüşme sonrasında ekonomik yaptırımların yolunu açtığını da söylüyordu. Trump için ekonomik yaptırımlar bölgedeki savaşa müdahalenin tek yoluydu. Bir süre bu konuda sessiz kalan Trump 17 Ekim’de Pompeo’nun Türkiye ziyareti sonrasında “harika haberler” diyordu. 18 Ekim’de Erdoğan ile görüşen Trump, anlaşmanın binlerce kişinin hayatını kurtarmasından mutluluk duyduğunu söylüyordu. Böyle bir anlaşma 3 gün önce öngörülemezdi, bunu başarmak için biraz “tough love” gerekmişti.
Aslında Trump’ın Suriye, Türkiye, IŞİD ve Kürtler hakkındaki tweet’lerinin böyle bir sıralaması kendisinin “Twitter Diplomasisinin” düşünüldüğü kadar tutarsız olmadığını göstermekte, eğer gün içerisindeki farklı argümanlar bir kenara bırakılırsa. Eğer amaç ABD’nin bölgeden çekilmesini meşrulaştırmaksa, bunu yaptığını söyleyebiliriz. Bu süreçte hem Türkiye’ye alan açıp hem de ekonomik tehditler savurmasının çelişkili olduğunu öne sürenler olabilir ama bu mesajların muhatabının sadece Türkler ya da Kürtler olmadığı düşünülürse, bu ikili -biz çifte namlulu deriz- mesajlar daha tutarlı olabilir.
Sahiden, kim bu Twitter diplomasisinin muhatabı? 2019 yılında sadece bugüne kadar 5000’den fazla tweet atan Trump kimi hedefliyor bu mesajlarında? Bence bu sorunun yanıtı, bizim yeni dünyamızı anlamamızı kolaylaştıracak.
1815 Viyana Kongresi’nde kurulan eski dünya düzeni uluslar arasındaki iletişime de bir çeki düzen veriyordu. Devletler arası iletişim diplomasinin iyi yazılmış kuralları çerçevesinde ve nezaket ile gerçekleştirilecekti. Diplomasi, centilmenlerin oyunuydu. Hatta 1815–1871, 1871–1914 arasındaki uzun barış dönemleri Viyana’da kurulan bu nizamın başarı olarak bile görülmekteydi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bu düzenin barışı korumakta çok da başarılı olamadığını gösterdi, hatta Hitler ile imzalanan Münih Antlaşması (1938) diplomatların ne kadar başarısız olabileceğini ortaya koyarken, Molotov-Ribbentorp Paktı (1939) diplomasinin tam tersi bir etki yaratabileceğini ve savaşı kolaylaştırabileceğine kanıt olarak sayıldı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonra ermesiyle barışın teker teker uluslara/diplomatlara bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğu kanısında herkes hemfikirdi bu da Birleşmiş Milletler’in ve Bretton Woods kurumlarının doğmasını sağladı. Ulusüstü kurumlar da dünya siyasetinde söz sahibiydi.
Eğer Soğuk Savaş olmasaydı ya da İki Kutuplu Dünya doğmasaydı/doğurulmasaydı acaba bu kurumlar başarılı olabilirler miydi? Kriterimiz nükleer silahların kullanılacağı bir dünya savaşının çıkmasını engellemekse, bu kurumlar ve bu nizam başarılıdır diyebiliriz. Ama bu sürede çok sayıda bölgesel savaşın çıktığını ve bu savaşlarda da İkinci Dünya Savaşı rakamına yaklaşamayacak kayıpların da verildiğini hatırlarsak, bu düzenin pırıltısı biraz daha az olur. Yine de Soğuk Savaş, yaşamın hem siyasetçiler hem de diplomatlar için çok daha kolay olduğu bir dönemdi, Bağlantısızlar adı verilen grubun varlığı bile uluslararası politikayı karmaşıklaştırmıyordu.
Soğuk Savaş döneminin ne kadar huzurlu olduğunu, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle anladık. Önce Berlin Duvarı’nın, daha sonra da Sovyetler Birliği’nin çökmesi Baba Bush’un “Yeni Dünya Düzeni”ni ya da Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”nu getirmedi; barış dolu bir dünya umudu yerini çok kısa zamanda kaosa bıraktı. Bir başka dünya savaşı tehlikesi yoktu belki ama, dünyanın her yerinde pıtrak gibi biten silahlı çatışmalar az buz zarar vermiyordu. Üstelik önce Saraybosna, sonra Ruanda ve Kosova örneklerinde gördüğümüz üzere çatışmaları ne ulusüstü kurumlar, ne de uluslararası diplomasi çözebiliyordu. Bazıları “çok kutuplu”, bazılarının “kutupsuz” adı verdikleri bu dönemin eskisini mumla aratabileceğini zaten Huntington daha 1993’te söyleyivermişti. Bu yeni “Belirsizlik Çağı” bildiğimiz diplomasinin ölümü de oldu. Viyana Kongresi’nin temellerini attığı uluslararası iletişimin profesyonel diplomatlar tarafından yürütüldüğü ve hatta halkın ve politikacıların pek de karıştırılmadığı dönem, yerine herkesin söyleyecek sözünün olduğu bir döneme bıraktı.
11 Eylül terör saldırıları ve onu izleyen “Teröre Karşı Savaş” dönemi zaten savaşın her yerde olduğunu gösteriyordu, artık sıradan insanın yaşamı bir teröristin namlusunun ucundaydı. Teröre “savaşla” karşılık vermek dünyaya daha fazla huzur getirmedi, Afganistan ve Irak müdahaleleri daha fazla düzensizliğe yol açtı ve terörü Batı’nın müreffeh başkentlerine taşıdı. Terörle savaşta Birleşmiş Milletler’in oynadığı rol, savaşa kılıf yaratmaktan öteye gidemedi ve “çok taraflı” barış umutları Irak çöllerinde bulunamayan kimyasal silahlarla beraber buhar oldu. Başarısız olan sadece Birleşmiş Milletler değildi. Bir alternatif güç olmayı düşleyen Avrupa Birliği önce 1990’ların Balkanlar’daki çatışmalarda, daha sonra da 2008 Finansal Krizi’nin artçı dalgalarında boğuldu. Avrupa Birliği Avrupa’da bir savaşı önlemede başarılı olsa bile, sınırını geçtiği anda etkisiz bir elemana dönüşüyordu. Keza, Avrupa Birliği’nin finansal politikaları Avrupa’nın güneyindeki ülkelerin tamamını batırdığı gibi, bu ülkelerde demokrasiyi de tehlikeye atmaktaydı. Avrupa Birliği’nin taleplerini yerine getiren teknokrat hükümetler, yerlerini popülist aşırı sağa teker teker bırakıyordu. Demokrasi ve pazar ekonomisinin garantisi olarak görülen Avrupa Birliği, başta Doğu Avrupa olmak üzere bir çok ülkede en büyük günah keçisiydi. 1945 sonrası kurulan kurumlardan Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü de yaşanan türbülansta kaybolup gittiler ve insanoğlunun derdine deva olamadılar.
Dünya, bir yandan siyasal ve finansal türbülans yaşarken; bir yandan da zamanın ve mekânın en fazla sıkıştığı bir döneme, Küreselleşme adı verilen bir çağa girmekteydi. Ülkeler arası mal ve sermaye akışı dünya tarihinde görülmedik bir boyuta erişirken, teknolojik devrimler tek bir küresel kültürün doğuşuna yol açıyordu. Belki de hiçbir zaman olmadığı kadar bütün dünya vatandaşları tek bir küreyi paylaşmak üzereydi. Kendimiz hareket edemesek de –insan hareketliliği kayda değer oranda artmış olsa da- ruhumuz sanal alemde çok daha hızlı hareket ediyordu. Zaman, Küreselleşmenin olumsuz sonuçlarının çok daha fazla olduğunu gösterdi. Küreselleşme, küresel şirketlerin zenginleşmesine yol açarken, toplumlar arası ve toplum içi eşitsizliği arttırmaktaydı. Keza, teknolojik devrim özellikle de İnternet, küresel bir kültürün doğuşuna, zevklerin ve tercihlerin benzeşmesine neden olurken; Facebook, Twitter ve Instagram gibi sosyal medya araçlarının gelişmesi geleneksel medyayı öldürüyordu. Küreselleşme, her anlamda kendi reaksiyonunu da doğuruyordu, bu reaksiyon da Popülizm adı verdiğimiz siyasal hareketlerde vücut buluyordu.
Ulusüstü kurumlar işlevlerini yitirmişken, Dünya siyasal ve finansal bir dizi krizden geçerken, Küreselleşme bildiğimiz sınırları yok edip kendi öcüsünü doğururken; diplomasinin de “bildiğimiz” gibi kalması beklenemezdi. Öncelikle Putnam’ın yıllar öncesinden öngördüğü üzere her türlü diplomatik pazarlık bir çok düzeyli oyun olarak gerçekleşiyordu. Ön planda pazarlıklar diplomatlar arasında yapılıyor gibi gözükse de, arka planda toplumlar da pazarlıklara dahildi ve başarılı pazarlıklar diplomatları aşıp toplumlarla kurulan iletişimle gerçekleşebiliyordu. Her ne kadar Viyana Kongresi paradigması uluslararası politikanın profesyonellere bırakılması gerektiğini savunsa da, artık halk da işin içindeydi. Özellikle de Avrupa Birliği gibi kararların sürekli politikacıların yerel onay almasına bağlandığı düzenlemeler; toplumları da pazarlıklarda göz önünde tutulmasına yol açıyordu. Bu da “Yumuşak Güç” kavramının doğmasına yol açtı, eğer diğer toplumlar nezdinde bir itibarınız, bir sempatiniz varsa; istediklerinizi silaha ya da benzer bir şeye başvurmadan da elde edebiliyordunuz. ABD’nin başını çektiği bu yeni güç yarışı, kamu diplomasisi kavramının doğmasıyla sonuçlandı. Artık devletten-devlete diplomasi yeterli değildi; devletin çizdiği sınırları aşan bir diplomasi, diğer toplumlarla iletişim kurulmasını da gerektiriyordu. Diplomasinin geleneksel silahları yerini kültürel iletişim, eğitim kurumları, değişim programları ve benzeri araçlara bırakmıştı. Artık akıllı bir siyasetçi için bütün toplumlar hedef kitleydi.
İkinci olarak, teknolojinin gelişmesi özellikle de yukarıda bahsi geçen sosyal medya devrimi “dijital diplomasi” kavramının doğmasına yol açtı. “Siberdiplomasi” adı verilen bu zanaat zaman zaman kamu diplomasisinin bir alt dalı olarak görülse de; yeni araçların, özellikle de Facebook, Twitter ve Instagram gibi araçların dış politika faaliyetlerinde daha yoğun kullanılmasını gerektiriyordu. Tabii, bu kullanımın sadece diplomatlar ile sınırlı kalmasını savunanlar olsa da, politikacıların da yoğun olarak kullandıkları zaman içerisinde görülmekteydi. Hatta diplomatların bu yarışta açık arayla geride kaldıklarını söylemek yanlış olmaz, başlangıçta söylediğim üzere dünya liderlerin bir çoğu bu faaliyeti tekellerine almış durumdalar.
Göz önünde tutulması gereken üçüncü faktör Popülizm denen hastalığın yaygınlaşmasıydı. Dünyayı temiz/masum halk ve kötü niyetli elitler arasındaki çatışma olarak tasvir eden Popülist liderlerin “elit” menüsü oldukça zengin. Öncelikle halkı sömüregelmiş yerel elitler, bürokratlar ve oligarklar bu listenin en üstünde yer alıyorlar. Listeyi biraz genişlettiğinizde uluslararası elitler, yani uluslararası şirketler ve onların yerel işbirlikçileri de dahil edilebiliyor. Bir adım ötesi uluslararası kurumları da listeye dahil etmek, burada coğrafyaya göre IMF ya da Dünya Bankasını, daha bereketli olarak Avrupa Birliği’ni seçebilirsiniz. Tabii ki Popülizm ile el ele yürüyen komplo teorileri, dünyayı yöneten bir küresel eliti de düşmanlar listesine eklemeyi sağlar. Sonuçta, Chavez’den Orban’a ya da Modi’ye kadar geniş bir coğrafyada temiz/masum halkın çıkarlarına karşı hareket eden “kökü dışarıda” geniş bir elit koalisyonu her zaman mücadele edilmeyi beklemektedir.
Bütün bu faktörlere ek olarak yeni Belirsiz Dünya Düzeni’nin yarattığı bilgi asimetrisini de düşünmek gerekiyor. Ekonomistlerin icat ettiği bu kuram — ki Ekşi Limonlar Kuramı diye de bilinir- alışveriş yapan iki kişinin aynı bilgi setine sahip olmadığını öne sürer. Taraflardan biri, çoğunlukla da satıcı alıcıdan daha fazla bilgiye sahip olur, hangi limonun ekşi olduğu ya da hangi aracın bozuk olduğu gibi. Alıcı bu bilgilere sahip olmadığından, “kazık yemeye” daha teşne olur. Bu asimetri, kuramın mucitleri tarafından regülasyonlar ile düzeltilmeye çalışılsa da, genelde her zaman satıcının karlı çıktığı bir piyasa oluşturur. Bu tür piyasalarda satıcılar alıcılara “sinyal” yollayarak –örneğin 5 yıl garanti vererek- ürünlerinin daha kaliteli olduğunu söylerler. Bu bakış açısından uluslararası ilişkiler tam bir asimetrik bilgi piyasasıdır, çünkü etkileşime giren uluslar, diğerinin elinde ne olduğunu bilmezler. Dolayısıyla her bir taraf, diğerine ne yapabileceğine dair sinyaller yollar. Sinyallerin amacı karşı tarafta yanlış algı yaratmak ve bilgi asimetrisini kendi lehine çevirmektir. Aslında diplomasi varoluşundan beri sinyalleme işi olsa da –örneğin Küba Füze Krizi- günümüzde kökten bir farklılık taşır. Eskiden sinyallerin muhatabı diğer devletken, artık toplumlar da sinyallere hedefi haline gelir. Liderler, muhataplarının seçmen kitlelerine yapabileceklerine dair sinyaller gönderirler ve böylelikle kendileri için karşı tarafta kazanan bir koalisyon inşa edebildikleri gibi, bir koalisyonu da bozabilirler. Savaşa çok hevesli olan bir ülke liderinin, muhatabından gelen sinyallerden dolayı arkasındaki seçmen desteğini kaybetmesi gibi. Sosyal medya araçlarının çoğalması ve gündelik diplomasinin bir parçası haline gelmesi, liderler için sinyallemeyi çok da ucuz hale getirir. Buna bir de liderin kendi seçmenlerine de sinyal yollama heveslisi olduğunu da ekleyelim, bu çerçevede herhangi bir dış krizde alınan tavırlar, içerideki seçmenlere de bir mesaj olur.
İşte içinde yaşadığımız çağın bu kendine has şartları, Trump’ın tweet’lerini bir dizi anlamsız salvodan ziyade kendisi için çok mantıklı bir adım dizisi haline getiriyor. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere zaten Twitter kullanmayı herkesten çok seven Trump, tweet’leriyle herkese öncelikle de kendi seçmenlerine mesaj yollama konusunda çok başarılı. Türkiye, Suriye ve Kürtler konusunda attığı tweet’ler ile bakalım neleri başardı:
· Kendi seçmen tabanına güçlü bir lider olduğunu, istediğini –üstelik pek de bedel ödemeden- alabildiğini gösterdi;
· ABD’nin Ortadoğu politikasının çıkmazda olmasının sorumluluğunu Demokrat rakiplerine yıkabildi;
· ABD seçmenlerini günlük bir referandumda saflaştırmayı başardı;
· ABD ana akım medyasının “ikiyüzlülüğünü” gösterebileceği, birkaç tane daha “sahte haber” anekdotu yakalayabildi ve kendisine yönelik saldırıların itibarını azalttı;
· Dikkatleri “azil” tartışmalarından uzaklaştırabildi;
· Türkiye’ye istediğinin bir kısmını verirken, Kürtleri gözden çıkarmadığına dair sinyalleri de açıkça iletebildi;
· Kendisinin ve ABD halkının düşmanı olarak gördüğü uluslararası kurumlara, Avrupa Birliği’ne ve kozmopolitan elitlere saldırabildi, onlarla arasındaki düşmanca ilişkiyi bir kez daha pekiştirdi.
· En önemlisi, seçim sath-ı mailine girmeden önce Cumhuriyetçi Parti içerisindeki muhaliflerini istemedikleri pozisyonlar almaya itebildi.
Bütün bunları da attığı kısıtlı sayıda tweet ile başarabildi, buna başarı denmez de ne denir ki? Her liderde olduğu gibi, Trump tarihin verdiği fırsatları kişisel yetenekleriyle kullanabilmeyi başarabiliyor. Bu başarısının dünyaya barış ve huzur, kendi ülkesine de saadet getirdiği söylenemez ama, çağımızın kahramanları da ideal kahramanlar olmaktan çok uzak.
Trump, sosyal medyayı siyasetine araç kılarken bunu bürokratik bir zenginliğin üzerine oturarak yapmıyor. Daha önce kendisinin söylediği gibi “içgüdülerine” güveniyor, bu içgüdülerin kendisini, ülkesini ve dünyayı bir batağa sürükleme olasılığı çok yüksek. Henüz bu kadar büyük bir hata yapmış değil, yaptığı küçük hataları da belki de tuttuğumuz tarafa göre çok önemsiyoruz ya da görmezden geliyoruz. Trump, yılların verdiği satıcılık tecrübesi ve çağımızın ruhunu çok iyi kavrayabilmesiyle iyi kötü başarılı olabiliyor. Ya Trump kadar tecrübeli ya da güçlü içgüdülere sahip değilsek? İçinde bulunduğumuz Belirsizlik Çağı’nın gereksinimlerine artık var olmayan bir dünyanın kurallarına sıkı sıkıya sarılarak karşılık veremeyiz. Bu dünya, yeni bir dünya; konuşulan lisan yeni bir lisan ve konuştuğumuz lisan, nasıl düşündüğümüzü belirler. O nedenle acilen bu dili konuşmayı öğrenmemiz gerekiyor, yoksa “dilsizler” olarak, her zaman kaybederiz.