Düşünelim bakalım, son bir ayda neler oldu? Bir ay önce bir başbakan vardı, bugün başka bir başbakan var. Bir ay önce bakanlık koltuğuna sahip olanlar, yerlerini başkalarına bıraktılar. Bir ay önce milletvekillerine dokunamıyorduk, şimdi en azından bazılarına dokunulabiliyor. Bir ay önce birbirimizi çok sevmiyorduk, muhtemelen şimdi de çok sevmiyoruz; kerhen katlanıyoruz. Böyle baktığımız zaman Türkiye’de her şey ne kadar çabuk değişiyor diyebiliriz, bir Norveçlinin ömür boyu gördüğü değişimi biz bir takvim sayfasında görebiliyoruz. Değişim ve hareketi sevenler için ne büyük şans…
Televizyondaki haberlere, tartışma programlarına, arkadaşlarımızın Facebook sayfalarına, “tweet”lerine ve seyrek de olsa gazetelerin web sitelerine baktığımızda, bu hızlı değişimi orada da görüyoruz. Hiçbir konu bir haftadan fazla işgal edemiyor televizyon haberlerini, Facebook sayfalarını ya da “timeline”ı. Her an yeni bir konu zuhur ediyor ve eskilerini unutturuyor. O kadar hızlı bir değişim var ki medyanın gündeminde, bırakın köşe yazarlarını, yorumcuları; medyanın kendisi bile bu hıza dayanamıyor, her gün bir kaynak berhava oluyor; her an bir bilirkişi bilirliğini kaybediyor.
Böyle bir hızlı değişim girdabının tam ortasında kalan biz sıradan insanlar için de yaşam gitgide karmaşıklaşıyor, her gün başka bir dünyaya ve hatta yaşama uyandığımızı düşünüyoruz. Ya da bu yanılsamaya kapılıyoruz, çünkü yaşam ve dünya bu kadar hızlı değişmiyor, özellikle de seslerini/sözlerini çok az duyduğumuz, bu ülkenin en kırılgan insanları için…
Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, “en kırılgan kim” diye sorduğumuzda alacağımız yanıtlar o kadar çok ve farklı ki: LGBTİ’ler, yaşlılar, kadınlar, etnik azınlıklar, yoksullar, gençler, yoksul kadınlar… Etnik gençler, genç LGBTİ’ler diye de tabii sayısız kombinasyona gidebiliriz, hepsi bir tür toplumsal dışlanma yaşıyor ve hepsi desteği, ihtimamı hak ediyor. Ama bütün olası listelerin hepsinde yer alabilecek olan, kalbimizi cız ettirmeden hatırlamamız mümkün olmayan: Çocuklar, çocuklarımız…
Her çocuk, sadece çocuk olduğu için ihtimam görmeyi, sağlıklı bir yaşam sürdürmeyi, iyi ve yeterli bir eğitim almayı ve güvenlik içinde büyümeyi hak eder; özellikle de herhangi bir etnik ya da cinsel ayrım gözetilmeden. Sadece çocuk olduğu için, kendi çocukluğumuzdan ya da çocuklarımızdan farklı olmadığı için, kendimiz ve çocuklarımız için ne istiyorsak; onlara da vermemiz gerektiği için.
ÇOCUK İŞÇİLER VE KAYBETTİKLERİ
Oysa ülkemizde bu hakların hepsinden mahrum olan çocuklar var. Başına kötü bir şey gelmedikçe hızla değişen gündemimizde asla yer bulamayan, bulsa bile ismi bile öğrenilmeden hızla unutulan; en temel ihtiyaçları bile karşılanmayan, çalışmak zorunda kalan çocuklar var. Sokakta simit satarken, oto sanayide ustasının yanında beklerken, tekstil atölyelerinde ortacılık yaparken ve beyaz yakalı işlerde getir götür işlerine bakarken gördüğümüz; bir an belki gördüğümüz ve sonra görmemeyi başardığımız çocuk işçiler var. Üstelik bu çocukların çalışması hem uluslararası yasalarla hem de ülkemiz yasalarıyla yasaklanmış durumda.
Birkaç istatistik hatırlayalım, sayılarla kendimize gelelim yani, bu arada her bir çocuğun hikâyesinin önemini unutmayalım: Elimizdeki en son rakam 900 bin çocuğun çalıştığını gösteriyor, bu rakamlar 2012 yılına ait, bugün durumun daha iyileşmesini beklemememiz için bir sebep yok. Bir de kayıt dışılık ülkemizde bu kadar yaygınken, zaten çalışmaması gereken bir gruba dair verilerin fazla sağlıklı olmasını da bekleyemeyiz. Keza, ailesiyle geçici tarım için il il gezen, onların işlerine bir el atan mevsimlik tarım işçilerinin çocuklarının bu veriye ne derece yansıdığı net değil. Buna bir de “iş” olarak görülmeyen ama çocuğu, çocukluktan uzaklaştıran bakım yükünü de içeren bir biçimde ev işlerinde çalışan milyonları da eklemek gerekir herhalde. Biraz da yuvarlayalım, 5–17 yaş dilimindeki 16 milyon çocuğun yarısından fazlasının bir şekilde, işyerinde, sanayide, tarlada ya da evde çalıştığını ve çocukluğundan ırak kaldığını söyleyebiliriz.
Onların çalışması bütün hayatlarını etkiliyor. Öncelikle en temel hakkı olan eğitiminden uzak kalıyor, sonra ara veriyor; sonunda da eğitimini terk ediyor. Zaten yoksul bir aileden gelen, yoksul bir aileden geldiği için çalışmak zorunda kalan çocuk; kendisine ufacık da olsa bir umut kapısı açan eğitimine son verdiğinde; yoksulluğunu da çocuklarına miras bırakmış oluyor. Yoksulluk, bu şekilde kuşaktan kuşağa aktarılıyor.
ÇOCUKLAR ÇALIŞTIĞINDA NE OLUYOR?
Çocuklar çalıştıklarında en steril, en sağlıklı işlerde çalışmıyorlar tabii ki. Sokakta, atölyede veya tarlada çalışırken; en riskli, en sağlıksız işlere sürülüyorlar. Dolayısıyla iş kazalarına maruz kalma, yaralanma hatta sakat kalma riskleri de çok fazla artıyor. Çalıştıkları işlere bağlı olarak çok sayıda kansızlık ve büyüme-gelişme geriliği benzeri rahatsızlıkları yaşamları boyunca taşıyorlar. Ve en önemlisi, yaşadıkları ortama bağlı olarak istismarın her türlüsüne açık hale geliyorlar; tıpkı suçla iç içe kaldıkları gibi.
Okulda, kütüphanede, parkta ya da spor salonunda olmaları gerekirken; günde 20–30 lira bir yevmiye için çalışan çocuklar sadece eğitime erişme fırsatlarını ya da sağlıklarını değil; çok daha fazlasını, çocukluklarını kaybediyor, küçük adamlar-kadınlar olarak yaşama dâhil olup sırtlanmamaları gereken her türlü yükü sırtlanıyorlar. Psikolojik rahatsızlıklar ve psikolojik kaynaklı hastalıklar, çocuk işçilerin en fazla karşı karşıya kaldıkları sorunlar.
Ülkemizi her açıdan etkileyen Suriye sorununun, çocuk işçiliği sorununu da etkilememesi beklenemezdi. 3 milyon Suriyeli misafirimizin yüzde 54’ü, 1,5 milyondan fazlası genç ya da çocuk. 370 bine yakın öğrenci olmasına karşın, kamp dışında yaşayanlar arasında okula düzenli gidenlerin oranı yüzde 10. Çalışanlar neredeyse parmakla gösterilecek kadar azken, çocuklar da babaları ya da ağabeyleriyle beraber ne iş olsa yapmak için sokaklarda dolaşıyorlar. Hasbelkader iş bulduklarında da en riskli, en güvenliksiz işleri; en düşük yevmiyeler ile yaptıklarını söylememiz gereksiz herhalde. Bu resme tarlada mevsimlik tarım işçisi olarak çalışanlarla kampta ya da 10 kişi sığındıkları evde işlere el atanları da ekleyelim; rakamlar büyürken resim çok daha acılı hale gelir.
Durum bu kadar vahimken, bir ülke nüfusundan fazla çocuk çocukluğundan ve geleceğinden vazgeçmişken; biz ne yapıyoruz? Belki başlarına bir kaza gelirse televizyonda görüyoruz, bir iyi niyetli çalışma olursa ona hızlıca göz atıyoruz. O kadar. Oysa kendi çocuğumuzun, şu yukarıda bahsettiğim yaşamı sadece bir günlüğüne yaşadığını düşünsek, bu kadar atıl kalır mıyız? Ülkenin âli sorunlarının, yüksek politikanın karmaşık koridorlarının, ya da siyasiler arası laf atışmalarının; hayatımızdaki en önemli sorun olduğunu düşünür müyüz? Bu sorunun farkına varsak, büyüklüğüyle yüzleşsek ve herhangi bir yerde bir çocuk işçiye, bir küçük insana rastladığımızda; onun aslında orada olmaması gerektiğini, orada olmasının hem yanlış hem de yasak olduğunu hatırlasak, bir şey değişir mi?
Originally published at www.yarinabakis.com on May 30, 2016.