Bu hayatta ne iş yaparsanız yapın, işinizi güven ilişkinize dayandırmak zorundasınız. Manavdan aldığını kavun kelek çıkmayacak, toplantıya beklediğiniz insan toplantıya gelecek, vadesi gelen çek ödenecek ya da taksici bilmediğiniz şehri turlattırmayacak size. Eğer çevremizdekilerle karşılıklı güvene dayanan ilişkiler kurmazsanız, bedelini ödersiniz. Ya korktuğunuz başınıza gelir, amiyane tabirle “kazık yersiniz” ya da kazık yememek için o kadar tedbir alırsınız ki, başlı başına bir maliyet oluştururlar. Buna da iktisatçılar işlem maliyeti derler. İşlem maliyeti de diğer maliyetler gibi yapılan işin tadını kaçırırlar. Bir bakış açısıyla da insanlığın keşif tarihi aslında işlem maliyetlerini azaltma çabasının tarihini de oluşturur.
Bir siyasetçinin, bir markanın ya da bir marka olarak bir siyasetçinin en önem vermesi gereken şeylerden biri güven tesis etmek, yani güvenilir olmak… Oy verme davranışıyla ilgili son dönemde öğrendiğimiz her şey, bir adaya oy vermenin en önemli tetikleyicisinin o adaya güvenmek olduğunu gösteriyor. Tabii ki, söz konusu marka olduğunda da güvenilir marka olmak da önemli. Burada güven kazanmak dediğimizde herkesin güveninden bahsetmiyoruz, seçim kazanmaya ya da pazar liderliğini kapmaya yetecek kadar kişinin güveni yeterli.
Güven kavramı üzerine kafa yoranlar iki tür güvenden bahsediyorlar. Bunlardan birincisi stratejik güven. Ahmet, Mehmet ile iş yapmışsa, Mehmet Ahmet’i kazıklamışsa; Ahmet artık Mehmet’e güvenmeyebilir. Daha önceki deneyime dayanan bu tür güven hayatımızın büyük kısmında iç içe olduğumuz güven…
Bir de genelleştirilmiş güven var. Çoğunlukla “genelleştirilmiş güven” olarak tanımlanan bu güven ilişkisi, insanın tanımadıklarına karşı güven duyması ya da duymaması meselesi. Her ne kadar insanın tanımadıklarına karşı hissettikleri duygular, büyük ölçüde geçmiş deneyimlerine dayansa da; dünya görüşünün önemli bir tezahürü olarak yorumlanabilir. İnsanın insana güvendiği bir toplumda işlerin çok daha kolay olacağı aşikar.
Dünya Değerler Araştırması, çok uzun süreden beri ülkelerdeki genelleştirilmiş güveni karşılaştırmalı olarak soruyor, biz de kötü haberi oradan alıyoruz: Türkiye’de insanların genelde güvenilir olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 11 ve 59 ülke arasında 44. sırada yer alıyor. Ön sıralarda Hollanda, İsveç ve Avusturalya’nın yanı sıra Çin ve Hong Kong gibi Güneydoğu Asya ülkeleri de var. Ülkemizin bu nadide durumu yeni bir şey değil, 1990’dan beri yapılan araştırmalarda yüzde 10’un üzerine çıktığı pek görülmüyor. Bu açıdan, kronik güvensizlik sorunu çeken bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Üstelik çok sayıda çalışma genelleştirilmiş güven düzeyinin daha yüksek ekonomik büyüme, daha iyi bir siyasal sistem, daha yüksek siyasal katılım, daha fazla hoşgörü; özetle daha iyi bir ülke anlamına geldiğini de gösterirken; “sefaletimizin” sorumlusunun güvensizliğimiz olduğunu söyleyebiliriz.
Neden bu kadar güvensiz bir ülkeyiz? Bu sorunun yanıtı birkaç paragrafta özetlenemeyecek kadar karmaşık, ama “eğitim şart” diye başlayıp, sosyal devletin olmamasına; hızlı kentleşmeden siyasal elitlere duyulan şüpheye kadar sayısız neden sayabiliriz. Bireyin yaşadığı toplumda kaybolmuşluğu anlamına gelen “anomi” de güvensizlikle beraber görülen başka bir musibet, o da ülkemizde var zaten.
Ama sorumuzu değiştirelim, bu kadar güvensiz bir toplumda güveni nasıl tesis edeceğimiz meselesine geri dönelim. Bunun kolay bir yolu var, zaten de kullanılıyor bol bol. Biz, insanlığa güvenmiyoruz ama; ailemize, eş-dost akrabamıza güveniyoruz. Buna hemşeriliği de eklediğimizde, bayağı kalabalık bir kitleyi oluşturuyor. Üstelik sosyal psikoloji sayesinde biliyoruz ki, insanların kendi gruplarını sadece bunlar oluşturmuyor, ideolojik, etnik ya da benzeri gruplaşmalar da insanda geniş bir ailenin içindeymiş hissi uyandırıyor. Buna taraftarlığı da eklersek, futbol aşkının kaynağını da anlamış olabiliriz.
O zaman, kolay yol açık: Dedik ya, herkesin güvenmesi gerekmiyor; bu saydığımız ilişki ağlarından -aile, hemşerilik, eş-dost- bir geniş aile kurmak ve onların güvenini kazanmak kolay. Bu sayı yetmezse, o zaman da saydığımız ideolojik, etnik ve benzeri kırılımlardan istifade edip; “biz”lik halkasını genişletebiliriz. O da yetmezse, taraftarların sadakatine sahip yoldaşlar ediniriz; herhalde o zaman yeter. Yapmamız gereken sadece biz ve diğer arasında bir duvar inşa edip sahte bir bizlik duygusunu aşılamak.
Zor yola gelelim. Zor olan, bizimle herhangi bir kan bağı, ailevi ilişkisi olmayan insanların güvenini kazanmak. Bizimle hiç tanışmamış, hiç iş yapmamış ve bu yüzden de kuşkulu -yüzde 90 güvenmiyor, hatırlatalım- insanların güvenini tesis etmek. Daha da zoru, biz kendi geniş ailesinin dışında bırakmış, kalın bir duvar örmüş kişilere kapıyı ve kalplerini açtırmak. Kolay yolu tercih edenlere, zor yolun daha iyi olduğunu göstermek…
Sizi hiç tanımadığı halde/için hiç güvenmeyen birisinin güvenini nasıl kazanırsınız? Bir, onun kendisini korumak için alması gereken tedbirleri, üstlenmesi gereken işlem maliyetlerini sıfırlayarak. Mesela, bir ustayı tamirat için eve çağırdığınızda parayı peşin ödemeyi deneyerek başlayabiliriz. Tabii, ustaysanız da, peşinat almadan çalışmayı denemek de bir alternatif.
İkincisi, onun sizin hakkınızda sahip olduğu önyargıların geçersiz olduğunu göstererek. Bu da diğerinin bizim hakkımızda ne düşündüğünü öğrenmek; üstüne de hak vermek yoluyla olabilir. Belki de haklıdır zaten… O zaman atacağınız birkaç küçük adım, önyargıları kırmaya yardımcı olabilir.
Kolayı seven bir siyasetçi, her gün meydanlara çıkar; kendi ailesinin duymak istediklerini söyler, ailesinin erdemlerini pohpohlarken, diğerini kötüler. Duvarları yükseltirken; müstehzi bir ifadeyle de oylarının yükselişini seyredebilir.
Zoru seven bir siyasetçiyse, kendine benzeyenlerle değil; onu kapının dışında bırakanlarla konuşur. Onları dinler, hak verir çoğunlukla. Güvenmeleri için gerekli adımları atar, hemen karşılık görmese bile, cesaretle o adımları atmaya ve örülmüş duvarları yıkmaya devam eder. Oyları geceden sabaha yükselmez belki ama, onunla ayni aileden, ideolojiden, etnik kökenden ya da kabileden olmayanlar çocuklarına onun isimlerini verirler, tıpkı Mandela örneğinde olduğu gibi…
Aslında markalarını satmaya çalışanlar daha çok zor yolu tercih ediyorlar; şampuan kullananların akrabalık kurması zor olabilir; marka aşkları da takımlara duyulan aşklar gibi değil; kolaylıkla uçabiliyor. O yüzden diğeriyle konuşmaya çok daha fazla enerji harcanması şaşırtıcı değil.
Bu açıdan, siyasetçilerin markasını “bir tık daha” yükseltmeye çalışanlardan öğrenecekleri çok şey var; zor yolun aslında daha iyi bir yol olduğunu öğrenerek başlayabilirler. Çünkü kolay yol, asla pazarı büyütmezken; zor yol ile daha büyük bir pazar yaratabilirsiniz.
Söz konusu siyaset ise; kolay yol ile müreffeh ve mesut yaşamış hiçbir toplum yok iken; zor yolu tercih ettiğinizde vatandaşların hak ettiği bir yaşamı sunabiliyorsunuz…