İktisat biliminin çok bilinen –ve belki de tek doğru- bir deyişi var, “öngörmek çok zordur, özellikle de gelecek söz konusu olduğunda…” Gerçekten de bütün sosyal bilim dalları enerjilerini geleceği öngörmek yerine, geçmişteki olayları açıklamaya ayırsalar; çok daha tutarlı gözükürler.
Çok bilinen bir akademik çalışma, siyaset bilimi, ekonomi ve gazetecilik konusunda 284 uzmanın yaptığı 28 bine yakın tahminin ne kadar doğru çıktığını analiz etmiş. Sonuç: eğer bir şempanze dart tahtasına ok atarak bu tahminleri yapsaymış, performansı uzmanlarınkinden daha kötü olmazmış.
Ama geleceği öngörmek Chicago İktisat Okulu’nun önde gelen isimlerinden ve neoliberalizmin mucidi müteveffa Milton Fried man’ın bahsettiği üzere “bilimselliğin” olmazsa olmazından öte, insanoğlunun fani hayatına anlam verme çabasının da ayrılmaz bir parçası. Yaşıyorsak, merak ettiğimizden yaşıyoruz işte.
7 Haziran 2015 seçimlerinden neredeyse iki ay geçmesine rağmen, yeni bir hükümet kurma çabaları ağır aksak ilerlerken kullanma süresi dolmuş bir hükümet tarafından idare edilen ülkemizde geleceği merak etmemek mümkün değil. Hele geçmiş on yılların karabasanlarını hatırlatan gelişmeler gün be gün gazete sayfalarında yerini bulurken; biz sıradan insanların ne zaman huzur bulacakları konusundaki kaygıları asla küçümsenemez.
Merak bu boyuttayken, ülkenin ortamı da müsaitken ve yazın televizyonları da kimse seyretmezken; süregiden koalisyon pazarlıklarının nasıl sonuçlanacağı ve daha önemlisi bizleri sandık sıralarına sevk edecek yeni bir seçimin vuku bulup bulmayacağı konusunda spekülasyon yapmak benzersiz bir değere sahip. Hele bir de tutturabilirseniz, itibarınızda bir kuantum sıçraması yaşayabilirsiniz, ilk yanılgınıza kadar.
Hükümet kurulamazsa…
Biz iktisatlı davranalım, oklarımızı tahtanın sınırlı bir kısmına, “Eğer erken seçim olursa bir şey değişir mi?” sorusuna savuralım.
Anketlerde sorulan, “Önümüzdeki pazar bir seçim olursa hangi partiye oy verirsiniz?” sorusuna verilen yanıtları unutalım. Anketler çok işe yarar ama gelecekteki varsayımsal durumlardaki davranışlarını kestirmek konusunda vatandaşlar uzmanlar kadar kötü performans gösterir. Diyete gelecek pazartesi başlamayı planlayan herkes bilir bunu. Üstelik, deneklerin bir de “hoşa giden” yanıtlar verme yönünde bir aşırı eğilimleri de bulunduğundan, ortada bir seçim yok iken toplanan yanıtlar “niyet beyanından” öteye gitmez. Onun yerine insanların davranışlarını nasıl değiştirdiklerini açıklayan modellere dayanarak kestirimlerde bulunsak, yanılsak bile en azından hangi modelin yanlış olduğunu öğreniriz, daha da verimli olur.
Diyelim ki hükümet kurulamadı, Cumhurbaşkanı da kendisine verilen yetkiyi kullandı ve kasım ayında yeni bir genel seçim yapılmasını istedi, sonuç ne olur? Bu sorunun yanıtını verebilmemiz için, elimizdeki veri setinden yola çıkmamız gerekiyor.
Elimizdeki veri seti diyor ki, hiçbir parti tek başına hükümet kurmaya yetecek sandalyeye sahip değil. Muhtemel bir yeni genel seçimde seçmenlerin bir kısmının karar değiştirip haziran ayında oy verdikleri partiye değil, başka bir partiye oy vermeleri gerekiyor ki; haziran ayında çizilen tablo değişebilsin. Tabii fikir değiştirenlerin oranının birbirini etkisizleştirmediğini varsayıyoruz.
O zaman hangi şartlarda, hangi seçmenler oy değiştirir ve bu gidişatta hangi seçmenlerin oy değiştirmesi daha mümkündür sorusuna yanıt aramamız gerekiyor. Eğer 1990’ların gri yıllarında olsaydık, yanıt basitti: hepsi. Seçmen oynaklığı dediğimiz basit bir ölçüt 2002 seçimlerinde seçmenlerin yüzde 50’sinin karar değiştirdiğini gösteriyor. Bu oran 2015 seçimlerinde sadece yüzde 10, 2011’deyse yüzde 6’ydı. Dolayısıyla 1990’lara kıyasla daha az “uçarı” bir seçmenle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz, yani muhtemel bir genel seçimde karar değiştireceklerin oranı da cismen az olacak.
Cismen küçük ama hükmen büyük bu seçmen kitlesi kim ve ne yöne doğru karar değiştirecek? İşte bu soruların yanıtı bizi genel olarak insanların hangi şartlarda davranış değişikliği gösterdiği meselesine götürüyor.
Öncelikle akılda tutmamız gereken şey, insanların –doğal olarak seçmenlerin de- ruhen muhafazakâr oldukları. Kararları ne olursa olsun, daha önceki kararlarına sıkı sıkıya tutunma eğilimindeler. Bu eğilim o kadar güçlü ki, daha önceki kararlarının olumsuz sonuçlarını inkâra kadar gidebiliyor. Beşerin iflah olmaz huylarından biri işine gelmeyen kanıtları kolaylıkla görmezden gelebilmesi. Eğer 2001 ekonomik krizi ya da 1999’da Öcalan’ın yakalanması gibi sosyal afetler gerçekleşmezse, seçmen kolay da karar değiştirmiyor.
İkinci olarak seçmenlerin muhtemel kazançlara karşı hevesleri, muhtemel kayıplardan duydukları korkuya kıyasla çok daha az. İnsanlar ellerindekini riske atmaktansa, muhafaza etmeyi çok daha fazla seviyorlar. Dolayısıyla, kazanımlarını kaybetmekten korkan insan statükoyu korumayı tercih ediyor, ya da statükoya dönmeyi. Bu doğal eğilimin muhafazakâr siyasi hareketlerin işini kolaylaştırdığı aşikâr.
En önemlisi, seçmenler oy verirken duygularıyla hareket ediyorlar. Tabii ki karar verirken ekonomik şartları, siyasi gelişmeleri ve benzeri dış etkenleri göz önünde bulunduruyorlar; ancak duyguları olan biteni yorumlamalarını ve fiillerini etkiliyor. Örneğin kızgın seçmenler risk almaya daha eğilimliyken; mutsuz seçmenler tehditleri daha fazla algılıyorlar. Seçmenlerin korkması ise muhafazakâr partilere oy vermelerine yol açıyor. Gerek ABD’de gerekse de AB’de aşırı sağın yükselmesi, toplumsal korkunun yaygınlaştığı dönemlerle örtüşüyor. Yabancı göçmenler, terörizm, işsizlik ve siyasal krizler gibi tehditler, aşırı sağ tarafından korku uyandırmak için yaygın olarak kullanılıyor.
Korku ve umut arasında seçmen
Seçimden bu yana Türkiye’de olan bitene baktığımızda ne hissediyoruz? Öfke? Korku? Mutsuzluk? 7 Haziran sabahı verdiğimiz kararımızdan vazgeçmeye hazır mıyız? Belirsizliği göz alıp bugüne kadar ne kazandıysak masaya koyar mıyız? Bütün bu soruların yanıtı, muhtemel bir erken seçimin sonuçları hakkında fikir veriyor.
İntihar bombacıları, suikastlar, kitle ayaklanmaları ve süregiden siyasal belirsizlik… 7 Haziran’da verdiğimiz kararı kökten bir şekilde değiştirmemize yetecek mi? Siyasi çekişmelerin bir kez daha ülkenin önünü tıkaması, umutlarımızı ötelemek zorunda kalmamız; öfke mi uyandıracak, yoksa korku mu? Daha önemlisi, bütün bu gelişmeler “ne olursa olsun, bu düzen değişmeli” deme cesareti mi doğuracak, yoksa “ne pahasına olursa olsun, istikrar” mı diyeceğiz?
Aslında burada henüz değinmediğimiz bir başka duygu, korkmadan, öfkelenmeden ya da bunalmadan siyasi kararlar almamızı sağlayabiliyor: Umut. Öfkenin yıkıcılığı, mutsuzluğun ataleti ve korkunun biatı tetiklemesinden farklı olarak, umut “hevesi” uyandırıyor. Bir şeyleri değiştirme isteğine ve gücüne sahip olma ve bunu da siyaset yoluyla yapabilme hevesi. Umut, hem kendimiz hem de çocuklarımız için daha adil, daha özgür ve daha mutlu bir dünyayı gerçekleştirebileceğimiz inancıyla el ele yürüyor.
Siyasi kararlarımız, duygularımızın esiri ve siyasetçiler de aslında sadece duygularımızı manipüle ediyorlar. Önümüzdeki dönemde mebzul miktarda korku, öfke ve mutsuzluk göreceğimizden eminim, dolayısıyla muhtemel bir erken seçim de statükonun ve mevcut kutuplaşmış, diyalogsuz siyasal sistemin pekişmesiyle sonuçlanır. Ama ola ki umut devreye girerse ve bir toplumsal heves yaratabilirse; çok daha farklı ve mutlu bir sonla bitebilir filmimiz.
*Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilim ve Uluslararası İlişkiler