Seçmenimiz bütün parti programlarından, o programların kendisine ne kazandırıp ne kaybettireceğinden ya da kendi çıkarının ne olduğundan emin olacak ve bu hesaplamaları salim kafayla gerçekleştirebilecek bir makine değil ne yazık ki. Üstelik “gerçeklere” gönül gözüyle bakmaya, sevdiğini ödüllendirmeye, sevmediğini cezalandırmaya da fazlasıyla teşne. Bu durumda seçmenin kararını başka faktörlerin de en az matematik kadar belirlediğini söyleyebiliriz.
Seçmenimizin kararını belirleyen faktörlerden biri “kim” olduğu, başka bir deyişle toplumda işgal ettiği yer. Herkes bir kimliğin içine doğar ya da sonradan kendisine bir kimlik edinir. Hatta milliyet gibi kendimizi tanımlamakta beis görmeden kullandığımız bazı kimlikleri bile zaman içerisinde öğreniriz. Genel olarak “Michigan Okulu” adı verilen yaklaşım, seçmenlerin parti tercihlerini çıkarları doğrultusunda değil, kendilerini ait hissettikleri kimlikler üzerinden belirlediklerini söyler. ABD örneğini takip edersek, kendisini demokrat olarak tanımlayan bir seçmenin, vaatlerden ve çıkarından bağımsız olarak Demokrat Parti’ye oy vermesi kuvvetle muhtemel olur.
Kimliklerin nasıl oluştuğuna baktığımızda, öncelikle ailenin daha sonra da okulun önde gelen belirleyiciler olduğunu görüyoruz. ABD gibi ülkelerde üç nesildir Demokrat ya da Cumhuriyetçi bulmak mümkün de, ülkemiz gibi demokrasinin sık sık kesintiye uğradığı ülkelerde parti kimliğinin aileden miras alınması imkânsız. O zaman, diğer kimlikler devreye girmekte ve seçmenler ailelerinden miras almamış olsalar da, kendilerine yakın hissettikleri partilere yönelmekte. Bir partiye ya da lidere kendini yakın hissetmek sosyalleşme, kişisel geçmiş ve benzeri yaşam deneyimlerinin bir sonucu olduğu gibi, sadece kalp meselesi olabilir.
DUYGUSAL SEÇMEN NASIL OY VERİR?
Uzay Yolu’nun ayaklı bilgisayarı Mr. Spock kadar duygusuz “rasyonel seçmen” bir uçta yer alıyorsa; siyaset biliminin yeni tanıştığı duygusal seçmen öteki uçta yer alır. Duygusal seçmenimiz yarışan partileri, siyasetçileri, vaatleri ya da programları karşılaştırmaz; sadece hislerini dinler ve kalbinin attığı yönde oy kullanır. Seçmenimiz kararını uzun süreli değerlendirmeler sonucunda değil, saniyenin binde biri kadar bir sürede verir. Yapılan bazı çalışmalar, seçmenin diğer bütün faktörleri unutarak sadece adaylar arasından kendisine “yetkin” gözükeni tercih ettiğini gösteriyor. Ayrıca öfke, mutluluk, korku ve tiksinme, seçmenlerin siyasi liderlere karşı duydukları ve oy tercihlerini etkileyebilecek diğer faktörler. Seçmen kararını “son derece duygusal” bir şekilde verdikten sonra yapması gereken tek şey, duygularının götürdüğü yer için mantıklı sebepler bulmak, yani akılcılaştırmak. Dolayısıyla aslında siyasi kampanya dediğimiz şey, seçmenlerin duygularıyla oynayıp ardından bu kararlarını arkadaşlarına açıklayabilmeleri için mantıksal gerekçeler sunmaktan ibaret olabilir.
Seçimler ve seçmenler hakkındaki temel inanışları sarsacak yeni fikirleri bir kenara bırakıp ülkemizdeki seçmenin neden oy verdiğine odaklanmak, içimizdeki heyecan fırtınasını yatıştırabilir.
Uzun bir süre boyunca Türkiye siyasetinin her alanını açıklamakta kullanılan Merkez-Çevre çatışması, oy verme davranışını açıklamakta da iş gördü. Batılılaşma anlamında modernleşen merkez ile bu tepeden inmeci modernleşmeye direnen çevre arasındaki çatışma 1950’lerin CHP-DP rekabetinde somutlaşmıştı. Merkez (asker, bürokrat, burjuvazi) CHP’yi, geri kalanlar da DP’yi destekliyordu. Bu rekabet sonra sırasıyla CHP-AP gerilimine evrilirken, AP-MNP cepheleşmesini de bu çatışmaya atfedenler bulunmakta. Tabii sol-sağ eksenleri de seçmenlerin bir kısmı için manidar hale gelmişti 1960’larda. 1980 sonrasında Özal iktidarı ve yaşanan sosyoekonomik değişim çatışmanın nitelik değiştirmesine, “çevrenin merkeze penetrasyonuna” yol açtı. Artık yönetenler arasında çevreden gelenler de vardı.
EKONOMİK OY VERME KURAMI
1990’ların iki büyük gerilimi, Refah Partisi’nin yükselişinde somutlaşan laik-seküler gerilimi ve bütün ülkeye sirayet eden Güneydoğu’daki etnik terör, seçmenlerin yeni eksenlerde yeniden kamplaşmalarına yol açtı. Sol-sağ yelpazesinde işgal edilen yer hâlâ seçmen davranışı açıklamaya yarıyordu ancak seçmenlerin dindarlık dereceleri ve Kürt sorununa ilişkin görüşleri de kâle alınması gereken faktörlerdi. 2002 seçimlerine kadar.
Ülkenin yaşadığı en önemli krizlerden biri olan Şubat 2001 krizini takiben, Kemal Derviş’in yönetimindeki ‘İstikrar Programı’nın sosyal acıları dinmeden seçime gitme kararı alan milletvekilleri aralarından çok azının bir sonraki Meclis’te yer alabileceğinin farkında değildi muhtemelen. Sadece iki partinin yüzde 10’luk seçim barajını geçtiği, iki partinin de barajı az farkla kaçırdığı 2002 seçimlerini inceleyenler, seçmenin neden oy verdiğini keşfetmişlerdi: Ekonomik oy verme kuramı, seçmenin en azından bir önceki iktidarı cezalandırmakta elini sakınmadığını gösteriyordu. AK Parti’nin büyük ölçekte küresel şartların da yardımıyla başarıyla yönettiği ekonomik büyüme 2007 seçimlerinde de bu kez seçmenin yaşam koşullarını iyileştiren iktidarı ödüllendirmekte bonkör olduğunu ortaya koydu.
‘AŞK’ HER ŞEYİ AFFETTİRİR Mİ?
Küresel ekonomik krizi takiben yaşanan 2009 seçimlerinde iktidar partisinin oylarının düşmesi, Türkiye’de yaşayan seçmenlerin ekonomik çıkarlarının diğer seçmenlere kıyasla daha farkında olduğunu gösteriyordu. Ekonomik oy verme davranışının geçerliliğinden emin olan uzmanlar, 2011 seçimlerinde AK Parti oylarının düşeceğini umarken –ve hesaplarken- parti tarihinde aldığı en yüksek oyu aldı. Seçmen bu kez cebini düşünmemiş ve bilmediğimiz saiklerle hareket etmişti.
Bazı uzmanlar, ideolojinin yeniden anlam kazandığını düşünürken, benim de aralarında olduğum azınlık ise seçmenin ekonomi hakkındaki algısının objektifliğinden şüpheciydi. İktidar ve muhalefet partisi seçmenleri ekonominin gidişatından enflasyon ya da işsizlik oranlarına kadar hiçbir konuda anlaşamıyordu. İktidar partisinin seçmenleri düşük enflasyon, düşük işsizlik ve yüksek büyüme konusunda eminken; muhalefet seçmenleri ülkenin tam bir kriz ortamında olduğundan şüphe duymuyordu. Oy verme davranışı açıklaması beklenen ekonomik algılarını açıklayan en iyi değişken de parti sempatisiydi. Yani, seçmenler gönül gözüyle bakıyorlardı ekonomik gerçeklere, her neyseler.
7 Haziran’a giderken de konunun uzmanları, seçmenlerin motivasyonları konusunda uzlaşmış değil. Ekonomik oy verme kuramı geçerliyse, ekonomik göstergeler iktidar partisinin kayda değer oy kaybedeceğini gösteriyor. Öte yandan kampanya ilerledikçe Kürt sorunuyla ilişkili tartışmaların sertleştiğini de görüyoruz, belki de seçmenler bu eksendeki konumlarına göre oy verirler. Ama en önemlisi, seçmenlerin parti ve lider aşklarının azalmadan devam ettiğini ortaya koyan araştırmalar da var. Aşk her şeyi affettirir mi bilmiyorum ama, bir olasılıkla Türk seçmeninin liderine duyduğu aşk, ekonomik sıkıntıları ve yolsuzluk suçlamalarını da, diğer kabahatleri de unutturabilir. Umarım 8 Haziran’da hangi açıklamanın daha doğru olduğunu görecek kadar şanslı oluruz.
*Siyaset Bilim ve Uluslararası İlişkiler, Boğaziçi Üniversitesi