Ülkemizde bir hayalet dolaşıyor: Seçmen dediğimiz, elle tutulmaz, gözle görülmez, ben değil, o değil, etrafımızdaki kimse değil, uçarı, ne istediğini bilmez bir varlığın hayaleti 7 Haziran 2015’te cümleten kaderimizi belirleyeceğe benzer. Tıpkı ilk defa gerçek anlamda oy kullanmanın nasip olduğu 14 Mayıs 1950’den beri, hepimizin kaderi bu hayaletin oynayacağı akıl oyunlarına bağlı. Ve belki de ilk defa, tek seçmenin oyu bile kendisiyle beraber 77 milyon kişinin ve çocuklarının geleceği üzerinde bu kadar etkili olacak.
Ortalıkta bir hayalet varsa, hayalet avcılarının da ortalıkta mebzul miktarda bulunmaları ve beşeri sabırsızlığımızın meyvelerini yemek üzere 8 Haziran sabahının haber sayfalarını bize sunma çabaları şaşırtıcı değil. Ortada bir belirsizlik varsa ve dahi belirsizliğin etkileri bu kadar büyükse, her zaman Cassandra’lar bulunacaktır gelecekten haberler getiren.
Seçmenin fikrini anlama işiyle uzun zamandır meşgul olduğumdan ve ilgimi çeken 8 Haziran gecesine kadar sabredip öğrenebileceğimiz seçim sonuçlarından çok, akil insan seçmenimizin gönül kuşunu konduracağı dala karar verirken zihninden geçenler, bir başka deyişle tercihinin olası nedenleri.
Bir seçmen nasıl karar verir, siyaset bilimi öğrencileri olarak yanıtlamaya çalıştığımız koskocaman soru bu ve ilk sorulduğunda çok da ilerleme sağladığımızı söylemek mümkün değil. Bu kısa düşünce yazısında da benim yapabileceğim mutlak bir yanıt vermekten çok, birbiriyle çelişse de hepsi eşit derecede anlamlı açıklamalar arasında bir gezinti yapmak ki 7 Haziran’da başımıza gelenin neden olduğunu bir nebze açıklayabilelim.
Liberal demokrasi dediğimiz koca sistemin çalışması basit bir prensibe dayanıyor, vatandaşların kendilerini yönetecek hükümranları serbestçe seçebilmeleri, o hükümetlerin kendilerine seçenlere karşı sorumlu olup üstlerine düşenleri yapmaları. Eğer bir hükümet seçmenleri tatmin etmekten uzak işler eylerse, vatandaşların o hükümeti yine seçim yoluyla yerinden edebilmeleri de Karl Popper’ın demokrasi tanımına eklediği bir ek prensip, 2. Dünya Savaşı’nı müteakiben. Bir başka siyaset bilimci Schumpeter’in de bahsettiği üzere bu oyunda/piyasada siyasi partilere düşen de en fazla seçmenin teveccühünü, dolayısıyla seçimi kazanmak için rekabet etmek. İktidara gelen partinin kendisini seçenlerin beklentilerini yerine getirmesi de boynunun borcu haliyle. Getiremezse, ilk seçimde yerini başka bir aktöre bırakmak üzere sahneden inecektir muhtemelen.
Bu çerçeve seçmene de önemli roller veriyor. Kendisi için en iyisini yapacak partinin hangi parti olduğunu kestirebilmek. Piyasa ekonomisinin homoeconomicus -iktisadi insan- türü bu siyaset oyununda da “rasyonel seçmen” olarak baş role çıkmakta. Beklentilerimizi sayalım bu ideal seçmenden: 1) kendi çıkarını bilecek, 2) her partinin kendi çıkarına ne gibi katkıda bulunacağını bilecek, 3) yarışan partiler arasından hangisinin çıkarını maksimuma getireceğini de hesaplayacak. Tabii, bütün partiler iktidara gelmediğinden ezeli muhaliflerin vaatleriyle, iktidarların icraatlarını karşılaştırması da gerekecek bu hesaplama sürecinde. Bu kadar detaylı ve belirsizlik içeren bir hesabı yapabilmenin insan denen mahlukun havsalasını aşacağı kesin. Bu zaafın farkına erken varan siyaset bilimcilerden Anthony Downs 1957 tarihli “Demokrasinin Ekonomik Bir Kuramı” adlı çalışmasında, sıradan seçmenin dünyanın bütün sorunlarına bütün partilerin önerilerini kavrayacak ve hangisinin daha fazla işine geldiğini kestirmesinin mümkün olmadığını öne sürer. Bu kadar karmaşık bir durumda seçmen işini kolaylaştıracak bir kısa yola ihtiyaç duyar. Downs’a göre bu kısa yol ideoloji, yani sağ-sol ayrımı olarak ortaya çıkar.
Her partinin her konudaki pozisyonlarını kendi pozisyonuyla karşılaştırması mümkün olmayan seçmenimiz, her partinin ideolojik olarak kendisine ne kadar yakın olduğunu anlayacak kadar yeteneklidir. Dolayısıyla yapması gereken sandığa giderken sağ-sol ekseninde kendi yerini bilmek, yarışan partilerle karşılaştırmak ve kendisine en yakın olan partiye oy vermekten ibaret olur. Bu bakış açısıyla sağ-sol ekseni partilerin bütün konulardaki görüşlerini ifade ettikleri bir platform işlevi görür, ki büyük ölçekte de doğruluk taşır. Kendisini siyasi yelpazenin en sağında gören bir seçmenin bütün partilerin üzerinden atlayıp en soldaki bir partiye oy verdiği nadiren görülür, o partinin politikalarını desteklediği de.
Downs’ın kısa ama iz bırakan yaklaşımına itiraz yine seçmenin iktisadi aklına güvenen bir ekolden gelir, “ekonomik oy verme” kuramının savunucuları seçmenin her konuda fikri olamayacağını kabul etmekle beraber en azından cebine giren paradan haberdar olduğunu söylerler. Bu yaklaşıma göre seçmen kendi cebine giren parayı en fazla yapacak partiye oy vermeyi tercih eder.
Günümüzde ekonomik oy verme kuramının da farklı versiyonları bulunmakta. Bir bakış açısına göre seçmenler sadece kendi ceplerini düşünüp hane halkı gelirlerindeki değişimlere bakarken, bazılarıysa toplumun genelinin durumuna bakarlar. Bazıları seçmenin sadece geçen dönemki performansı değerlendirdiği kanısındayken, bazıları geleceğin daha önemli olduğunu taşır. Bugüne kadar yapılan çalışmalar genelde geçmiş ekonomik performansa bakıldığını ve en azından kadınların hanelerinden çok toplumun genelini düşünmeye eğilimli olduğunu gösteriyor.
Seçmenin hükümetlerin ekonomik performanslarını kolaylıkla kavrayabileceği ve karşılaştırmalarını sağlıklı yapabileceği varsayımı Ekonomik Oy Verme kuramının en zayıf tarafını oluşturuyor. Ya küresel bir ekonomik kriz varsa? Ya hükümet bir koalisyon hükümetiyse? Ya toplumun iktisadi gidişatı konusundaki algıların eksik ya da yanlıysa? O zaman yapabileceğim bütün hesaplamalar yanlış olmaz mı? En önemlisi gönül gözüyle bakıyorsan rakamlara, sevdiğim siyasetçinin kusurlarını yok sayıyor, ötekinin kabahatlerini abartıyorsam?
Bütün bu sorulara eksiksiz bir yanıt vermenin mümkün olmaması “Revizyonist” denilen bir yaklaşımın ortaya çıkmasına sebep oldu yakın zamanlarda. Bu yaklaşıma göre, seçmen iktisadi durum hakkında fikir verecek rakamlara gönül gözüyle bakmakta, yani desteklediği partinin görüşüne göre rakamları farklı algılamaktadır. Enflasyon iktidar partisinin destekçilerine göre az, muhalefete gönül verenlere göre çok olabilir, dolayısıyla değerlendirmeler de partizanca olmaktan ileriye gitmez. Bu yanıtı kabul ettiğiniz anda, Ekonomik Oy Verme yaklaşımının eksikliği ortaya çıkar: iktisadi gelişmeler hakkında değerlendirmeleri partizanlık belirliyorsa, partizanlığı ne belirliyor? İşte günümüzde oy verme davranışı çalışanlarının önündeki en önemli soru, bu başlangıç noktasını keşfedebilmek.
*Siyaset Bilim ve Uluslararası İlişkiler, Boğaziçi Üniversitesi