Bilindik hikâye; Yunan mitolojisinde savaşlardan sorumlu olan Ares’in güzellik tanrıçası Afrodit’ten ikizleri olur: Phobos ve Deimos.
Phobos, fobisi olan herkesin tahmin edebileceği üzere korkularla ilgilenir. Deimos ise biraz az tanıdıktır ama çeşitli kaynaklar onun “terör” tanrısı olduğunu söylerler. Romalıların Ares’i Mars yaptıklarını da hatırlarsak, en yakın komşu gezegenimiz Mars’ın iki uydusunun adlarının seçimi anlaşılır: Phobos ve Deimos.
İlyada ikiz kardeşlerin marifetlerine bol bol değinirken, savaşçı kavim Spartalıların favori tanrılarının Phobos ve Deimos oldukları bilinir. Kadim zamanlardan beri bu topraklar Phobos ve Deimos’un el ele yürüyüşüne şahitlik eder, yani korku ve terörün. Tıpkı bugün olduğu gibi.
Aralarından bir Herodot çıkar mı bilmem ama ileride tarihçiler Türkiye’nin 2015 yazını nasıl geçirdiğini anlatırken Phobos ve Deimos’tan sık sık bahsetseler yeridir. Her ne kadar siyaset bilimi her türlü seçimin toplumları rahatlattığını söylese de, son üç ayda yaşananlar başka bir siyaset bilimi öngörüsünü doğruluyor, terörün ancak korkuyla beraber etkili olabileceği öngörüsü.
Karşılıklı suikastlar, intihar bombacıları ve her akşam haber bültenlerinde yeniden duymaya başladığımız ölüm haberleri… Henüz ölenlerin öykülerini öğrenecek kadar sabrımız var, solan yaşamlar birer sayıdan fazla şimdilik. Ama gün içinde yaşanan çatışmaların maç skoru gibi verildiği günleri hatırlayanlar, istatistiklerin insanların yerini ne kadar kolay alabildiğini hatırlayabiliyorlar, o günleri asla bir daha yaşamak istememekle birlikte.
Her zaman yapılan eylemlerin kimin işine yaradığını tartışacak “uzmanlar” bulunur ve tabii yaşananlar arasındaki boşlukları koyu renkli kalemlerle doldurup açıklayacak komplo teorisyenleri de. Teröristin neden terör yaptığını bu uzmanlar açıklayadursun, biz başka bir yoldan yürüyelim. “Teröristin eyleminin amacı terör yapmak” diyelim ve terörün neden ve nasıl işe yaradığına odaklanalım.
Herhangi bir terör eyleminin bireylerde yarattığı ilk tepki “korku”. Kendisinin de bir gün ölebileceği korkusunu sürekli taşıyan insanoğlu, kendi sıradan hayatının da pamuk ipliğine bağlı olduğunu, kendisinin ve sevdiklerinin de bir terör saldırısının kurbanı olabileceğini fark ettiğinde; korkuyor. Bu korku kendisini önce davranış değişliklerinde gösteriyor. Alışveriş merkezlerine gitmiyoruz, metro gibi toplu ulaşım araçlarından kaçıyoruz ya da tatil planlarımızı değiştiriyoruz. Terör eylemi gündelik yaşamımıza ne kadar yakın, ne kadar “bizim” başımıza gelmesi muhtemelse; o kadar çok korkuyoruz. Eylemler münferit olarak kalırsa, unutulmaya yüz tutuyor; alınan tedbirler savsaklanmaya başlanıyor. Ama teröristler eylemlerini tekrarladıkça, tekrarlamasalar bile “alarm” hali devam ettikçe; korku tavsamak yerine kronikleşiyor.
TERÖR EYLEMLERİ KORKUDAN BESLENİYOR
Her ne kadar bütün canlılar yaşamlarını bir nebze korkabilme yeteneklerine borçlu olsalar da, korkmak dünya hakkındaki algılarımızı kökten değiştiriyor. Korku, tehditleri olduğundan daha büyük, riskleri olduğundan daha yüksek gösteriyor. İnsanlar korkarken tehditlerle ilişkin haberlere daha fazla kulak veriyorlar. Yeni durumlara ve yeni kişilere uyum sağlama yetenekleri azalıyor. Korku, yeni ve yabancı olan her şeyi, yaşamdaki her türlü belirsizliği daha tehditkâr algılamamıza yol açıyor. Böyle bir duygusal iklim, var oluşunu korkuya borçlu her türlü siyasi hareket için bereketli bir ortam yaratıyor.
Özellikle toplumsal azınlıkların “kendi seslerini duyurmak” için başvurdukları terör eylemleri; eylemin hedefinde yer alan çoğunlukta tam tersi bir etki yaratıyor. Gelen tehdide karşı insanlar kendilerine benzeyen insanlara karşı daha dayanışması bir tutum sergilerken; kendilerinden olmayana karşı besledikleri dışlayıcı tavırlar pekişiyor. Hele varoluşunu muhayyel düşmanlara karşı mücadeleye borçlu olan bir siyasal aktör de sahnedeyse ve terörün müsebbibi olarak “ötekini” işaret etmişse; tavır değişikliği dışlamayla sınırlı kalmıyor; azınlığa yönelebilecek sert polisiye uygulamaları destekleyecek bir kamu iklimi doğabiliyor. Böyle bir durumda terör eyleminin müsebbibine benzeyen, onunla aynı etnik ya da siyasal kökenden gelen her birey; “öteki” olarak algılanıp potansiyel suçlu olarak görülebiliyor. Terör eylemi, çoğunluğu azınlığa karşı daha duyarlı hale getirmekten çok, toplumsal fay hatlarını keskinleştirmeye hizmet ediyor.
Terör eylemleri her bireyde ve her toplumda aynı şekilde etki etmiyor tabii ki. Gerek 11 Eylül ve Londra bombalamalarına hedef olmuş Batılı toplumlarda, gerekse de İsrail, Türkiye, Ürdün gibi sürekli terör tehdidiyle yaşayan ülkelerde yapılan çalışmalar; terör eylemlerinin bireysel etkenlere bağlı olarak korkuyu tetiklediğini gösteriyor. Eğitim, cinsiyet, kişilik özellikleri bu bireysel faktörler arasında.
Öte yandan teröre karşı verilen reaksiyonlar konusunda toplumlar arası farklar da çok bariz. Eğer bir toplum uzun süre siyasal istikrar ve barış dönemi yaşamışsa, iktisadi ilerlemenin meyveleri nispeten paylaşılmışsa ve vatandaşlar gelecekleri hakkında çok da kaygılı değillerse; terör eylemleri münferit hareketler olarak görülebiliyor ve yarattığı korku iklimi kısa sürebiliyor.
Bilakis, ülke uzun süreden beri siyasal gerilim içerisindeyse, dış ve iç çatışmalar vatandaşların huzura kavuşmasını engelliyorsa, siyasal kültür “korku” ve düşmanlık üzerine kuruluysa, ders kitapları geçmişteki çatışmalara ve nefrete övgü niteliğindeyse; terör eylemlerinin yarattığı korku çok daha fazla olabiliyor. Terör, “korku kültürüyle” yetişmiş toplumlarda işlevini çok daha iyi yerine getiriyor: korkutmak ve bölmek. Bu iklimi sömürmeye talip siyasal aktör sayısı da az olmuyor tabii ki.
TERÖR, AMACINA NE ZAMAN ULAŞIR?
Türkiye tarihi acılarla dolu bir tarih. Acıların sorumluluğunun bir kısmı tarihi şartlarda, bir kısmı dış aktörlerde bir kısmı siyasal heveslilerde, bir kısmı da bütün bunlara şahitlik eden biz sıradan insanlarda. Günahların yüzdesel dağılımı çok önemli değil. 2015 yazında yaşadıklarımız daha büyük acılara yol açar; bizi daha bölünmüş, daha hoşgörüsüz ve daha otoriter bir toplum haline getirebilirse; teröristler olmasa bile terör amacına ulaşmış olur, kısa vadede kim kazançlı çıkarsa çıksın; çocuklarımız bizden daha kötü bir yaşama mahkûm olurlar.
Farklı bir yol olabilir mi yoksa ülkemizin kaderi çoktan yazıldı mı, Hayyam’ın da söylediği gibi ne kadar sızlansak kaderimiz değişmez mi; bunu zaman gösterecek.
Korku ve terör ikizlerinin babası Mars’a geri dönecek olursak; en yakınımızdaki kızıl gezegenin bir başka özelliği daha var. Mars, bu koskoca evrende üzerinde insan yapısı makinelerin ikamet ettiği, Dünyamız haricindeki yegâne gezegen. İnsanoğlu ölümlülüğüyle mücadelesinin bir parçası olarak gözünü Mars’a kestirmiş durumda, belki de biz ölmeden Mars’a tek yön gidiş insanlı yolculuğu bile görebileceğiz. NASA’nın Mars’ı keşfetmek için gönderdiği araçların isimleri; bizim kendi ölümlü yolculuğumuzda yapabileceklerimize dair bir fikir veriyor olabilir: Opportunity, Spirit ve Curiosity: Fırsat, Ruh ve Merak.
Türkiye’nin farklı bir kaderi olmasını isteyenlerin işi, Mars’a insan göndermekten daha zor olmasa gerek…
* Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilim ve Uluslararası İlişkiler
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan yorum yazıları veya haberlerin tüm hakları Feza Gazetecilik’e aittir. Kaynak gösterilse dahi hiçbiri özel izin alınmadan kullanılamaz. Bu haber veya yazılar sadece Zaman Gazetesi tarafından sağlanan RSS verileri kullanılarak alıntılanabilir.