1 Kasım genel seçimlerinin ülkeyi uzun sürecek bir huzur, refah ve istikrar getirmesi beklenirken -ya da en azından bize öyle söylenmişken- ülkenin seçilmiş başbakanı görev süresinden sadece 6 ayı tamamlayıp görevinden çekildi ve yine bir belirsizlikle karşı karşıya kaldık. Ahmet Davutoğlu’nun “Kısa Süren Saltanat”ının sona ermesinin nedenleri hakkında spekülasyon çok, biz sıradan insanların bu spekülasyonların hangisinin doğru olduğunu bilmemizinse imkanı yok. Bunu işin uzmanlarına bırakıp, geçelim.
Ama kabul etmemiz gerekir ki, ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Her zaman tek parti hükümetlerinin siyasi ve dolayısıyla ekonomik istikrar getireceğini duyarak büyümüş bir orta yaş kuşağı için bu şaşkınlık daha da büyük. Nasıl olur da yüzde 50’ye yakın bir oyla seçilmiş bir hükümet var iken, ülke hükümetsiz kalabilir? Bir hükümetin hüküm edebilmesi için daha ne kadar oy alması gerekir ki? Yoksa oy almak hükmetmek için yeterli değil mi?
Aslında teknik olarak hükümetsiz kalmış değiliz, AK Parti Olağanüstü Kongresi 22 Mayıs’ta toplanıp yeni bir genel başkan seçene -ya da belki bir sürpriz yaparak Ahmet Davutoğlu’nun genel başkanlığını bir kez daha onaylayana- dek bir başbakan ve o başbakanın “eşitler arasında birinci” olarak yöneteceği bir Bakanlar Kurulu da mevcut. AK Parti delegelerinin teveccüh göstereceği kişi önce AK Parti genel başkanı görevini alacak ve teamül gereği Cumhurbaşkanı da hükümet kurma görevini bu kişiye verecek. Daha sonra da bildiğimiz süreçler, Bakanlar Kurulu listesinin hazırlanması, Cumhurbaşkanı’na sunulması, hükümet programının okunması ve tabii ki olumlu sonuçlanacak Güven Oylaması. Görüldüğü üzere bütün bu süreçte tek heyecan verici an AK Parti genel başkanının seçilmesi, belki Bakanlar Kurulu oluşurken yaşanacak birkaç anlaşmazlık haricinde otomatik pilota bağlanmış bir süreçten bahsedebiliriz. Aradaki noktalı virgülleri düşelim, AK Parti delegeleri Başbakan’ı seçecek. Nokta.
Peki, AK Parti delegeleri kimi genel başkan seçecek? Birden fazla adayın katıldığı, kıran kırana bir rekabet olmayacağı kesin. Eğer bir önceki genel başkanın nasıl seçildiğini göz önünde tutulursak, tek bir adayın çıkacağı ve o adayın da muhtemelen oyların katılan delegelerin oylarının tamamını alacağı bir seçim olacağını kestirmek için kâhin olmaya gerek yok. Da, tek adaylı bir seçim, ne kadar seçimdir başlı başına bir muamma, bu tür bir seçim bizim ortaöğretim yıllarımızın “zorunlu seçmeli ders” uygulamasından çok da farklı olmaz herhalde.
Siyasi tarihimizi biraz hatırlarsak, özellikle de sağ partilerde kıran kırana seçime pek rastlandığını söyleyemeyiz. O kadar seyrek ki, herhangi bir tanesine şahit olanlar bu vakayı çocuklarına unutulmaz bir anı olarak aktarabilirler: “hiç unutmam Sadettin Bilgiç’le Demirel arasındaki çekişmeyi” ya da “Mesut Yılmaz nasıl devirmişti Yıldırım Akbulut’u?” Tabii bu öyküleri anlatırken çocuklarına bu siyasi aktörlerin kim olduğunu hatırlatmak için ellerinin altında Wikipedia bulundurmaları fena olmaz. Sağ gelenek içerisinde en kritik genel başkanlık seçimlerinden birinin Recai Kutan-Abdullah Gül arasında olduğunu ve bu seçimin sonucunun neredeyse ülkenin kaderini etkilediğini hatırlatalım: Abdullah Gül kaybetmeseydi, AK Parti asla olmazdı.
Bu noktada yiğidin hakkını yiğide vermek gerek; MHP geleneğinde bu tür seçimler çoktur, her ne kadar muhaliflerin kazandığı görülmese de bugüne kadar, tartışmaların şiddeti seyre değer bir manzara oluşturur.
Siyasi yelpazenin sol tarafı bu açıdan daha bereketli, İnönü-Ecevit’ten başlayıp, Deniz Baykal’ın uzun süre kaybettiği kurultaylar dizisi hatırlamaya değer. Baykal’ın genel başkan seçildikten sonra bir daha asla kurultay kaybetmediğini de ekleyelim bu resme. İstifa ettiğinde koltuğunu 12 gün içerisinde dolduran Kemal Kılıçdaroğlu da 1246 delegenin oylarının tamamını alarak seçilmişti. Daha sonra bir iki seçimli kurultay yapılmış olsa da, Kılıçdaroğlu da önceki genel başkanlar gibi henüz bir kurultay kaybetmiş değil.
Tabii ki siyasi arenanın daha küçük aktörlerinde sık sık kavgalı gürültülü, mahkemelik kongreler oluyor; ancak haber değeri taşımadığından detaylarını bilmiyoruz, ama muhtemelen bir kere kazanan bir daha asla kaybetmiyordur orada da.
Küreselleşen dünyanın göreceliliği içerisinde, burnumuzun dibindeki ABD’de ise çok farklı bir manzara var. Hem Cumhuriyetçiler, hem Demokratlar ülkenin tamamında kıran kırana yarışıyorlar. Cumhuriyetçi Parti’nin sevilmeyen adayı Donald Trump’ın bir düzineden fazla muteber adayı yenilgiye uğrattığını hatırlayalım, Demokratların seçim süreciyse biraz daha sıkıcı geçiyor. Siyasi parti liderliği için sıkı rekabetin olduğu başka ülkeler de var: İngiltere, Fransa, Almanya ve zaman zaman İtalya bu ülkeler arasında sayılabilir. Komşu Yunanistan’da rekabet o kadar büyük ki, seçmenlerin tamamı oy kullanıyor genel başkanlık seçimlerinde…
Bu açıdan, saydığımız ülkelerle aramızdaki fark ne? De Tocqueville’in “Demokrasi’nin Beşiği” olarak tanımladığı ABD standartlarına ulaşmamız beklenmez tabii de; apartman yöneticisi seçerken bile mahkemelik olabilen bir milletin evlatları olarak siyasi partilerimizde neden böyle bir rekabet ve hareketlilik yok, düşünmeye değer. Özellikle de muhtemel bir sistem değişikliği söz konusuysa…
Çok uzağa gitmeye gerek yok, hem siyasi partilerimizin çalışma biçimleri ve Siyasi Partiler Kanunu’nun çizdiği yasal çerçeve, sadece ülkede değil, partilerde de fiks menü bir siyasetin gerçekleşmesine izin veriyor. İster sağ olsun, ister sol; parti içi demokrasinin teminatı olan delegeler çoğunlukla seçilmiyor; atanıyor. Özellikle de sağ partilerde il ve ilçe kongrelerinde genel merkez listesinin kaybetmesi neredeyse mucize. Parti içi iktidarı elinde tutanlar, delegeler üzerindeki hâkimiyetlerini de kaybetmiyorlar bu seçimlerde. Netice; parti yönetimini seçmesi beklenen delegeler, parti yönetimi tarafından seçiliyorlar. Bir de parti kongrelerinin doğal üyesi parti milletvekillerinin de genel başkan tarafından atandığını da hatırlayalım; eh bu şartlar altında kaybetmek zor olsa gerek. Bu arada sol geleneğin ve özellikle CHP’nin il ve ilçe seçimlerinin daha hareketli olduğunu da söyleyelim, genel kurula pek yansımasa da…
Bu manzaradan parti yönetimlerinin şikâyetçi olmadığı aşikâr… Hatta Ahmet Davutoğlu AK Parti kongresinin kavgasız-gürültüsüz geçmesiyle övünmüş ve “partinin tek bir yumruk olarak birlik içinde hareket ettiğinden” dem vurmuştu. Parti, liderler için seçim aracıysa ve önemli olan parti içi iktidarı elinde tutmaksa; onların keyfinin yerinde olması şaşırtıcı değil.
Ama biz neden şikâyetçi değiliz bu durumdan? Seçimlerde verdiğimiz oyun kendi irademizi yansıtmadığını, çok değerli oyumuzun başkalarının aldığı kararı onaylamaktan ileri gitmediğini, aslında demokrasimizin seçim değil, seçme eyleminden öte bir şey olmadığını görmüyor muyuz? Görüyorsak, neden katlanıyoruz ve nasıl kabulleniyoruz? Asıl çözülmesi gereken muamma bu, nasıl olsa AK Parti kendisine bir genel başkan seçer çünkü.